ALEVİ FELSEFESİ VAHDET-İ MEVCUTÇUDUR
- sulzam1956
- 19 Şub
- 15 dakikada okunur

Vahdeti Mevcut;
Mevcut, var olan, varlık, nesne, vs. anlamına gelir.
Yer kaplayan, hacmi ve kütlesi olan, hareket eden, devinen, görünen, duyulan, düşünülen, dokunulan, kısacası algılanan her şey maddedir ve mevcut olandır. Yine mevcut olup da, insan bilinci ve duyularınca algılanamayan nesneler de mevcuttur ve bu anlamda görülür-görülmez, her na var ise, o mevcut olandır. Bu nedenle “mevcut” var olanların toplamı demektir.
Vahdet, birlik ve bütünlük anlamına gelir.
Bu anlamda, Vahdet-i Mevcut, var olanların birliği demektir. Var olan, olduğu için, nesneler vardır. Aslında, var olan varlığın algısı, insanı, Tanrı düşüncesine yönlendirmiştir. Var oluş gerçekleşmeseydi, dünyayı algılayan bilinçte olmayacaktı.
Peki, varlığın kaynağı, var olamayanda mıdır? Ya da “oluş” olmasaydı, varlık olur muydu?
Bu soruların yanıtları insanlık var olduğundan bu yana tartışıla gelmektedir.
Nihilistlere göre varlık yoktur, her şeyden şüphe edilmelidir. Gorgias (Z.Ö. 483-375) Bu görüşü “Hiçbir şey gerçek değildir, gerçek olsa bile bilinemez, bilinse bile başkasına aktarılamaz” sözüyle vurgulamıştır. (Aziz Çalışlar, Felsefe Sözlüğü, s. 192)
"-Realizme göre, varlık vardır ve insan bilincinin dışındadır.
-Herakleitos, varlığı sürekli bir oluş olarak görmüştür ve buna göre her an, bir oluştur.
-Platon’a göre, gerçek varlık “İdealardır”.
-Demokritos, Marks gibi düşünürlerse Varlığı madde olarak görmüşlerdir. Buna göre, madde olmasaydı, bilinç (ruh) olmazdı.
-Descartes, varlığı hem düşünce hem de madde olarak görmüştür. "(www.dersimiz.com)
Bu düşünce zenginliğinde, kimi filozoflara göre varlık, yoktan Tanrı tarafından yaratılmıştır. Kimine göreyse varlığın varlaşması için, yaratıcıya gerek yoktur. Çünkü Tanrı, var olanların toplamıdır.
Vahdet-i Mevcut, ikinci görüşü savunur ve var olan her şey Tanrı’dır der. Bu anlayışa göre Tanrı evrenin toplamıdır. Mevcut olan her şey Tanrı'nın belirtilerdir. Bu aşamada insan küçük bir evrendir. Evrenin özü insanın kendisinde bulunur. Vahdet-i Mevcut' ta ben değil, biz kavramı geçerlidir. Bu da, “varlık birliği” değil, “varlıkların birliği” anlamına gelir. Tanrı, bütün var olanların birliğidir (Baki Öz; age.138).
Vahdet-i Mevcut anlayışında, yaratılan, yaratan kavramı yoktur; zamanın ve mekânın dışında başka bir varlığı yok sayar. Bu anlamda evreninin toplamını Tanrı, tanrıyı ise evrenin tümü olarak değerlendirir.
Vahdeti Mevcut; varlıkların birliğini savunur. Evrenin dışında başka bir gerçeklik aramaz. Bu anlayışta evrene bir başlangıç ve bir son biçmek büyük bir yanılgıdır. Buna göre, evrenin başlangıcı ve sonu yoktur. Evrende sürekli oluşlar, devinimler, dönüşümler ve Südurlar vardır.
Vahdeti Mevcut tümevarımcı yöntemi kullanır.
Tümevarım “Tekil ve tikelden tümeli, özelden geneli çıkaran uslamlama yöntemi... Francis Bacon, bilimsel araştırma yönteminin felsefesel içeriğini saptayarak tümevarımı şöyle tanımlamıştır: “bilmek için sınamak, gözlemlemek, olayları çözümlemek ve sonra ayrı olaylardan genellemeler yapmak ve sonuçlar çıkarmak yöntemi” www.anlamak.com/)
Buna göre, tümevarım bir şeyi çözümlemek ve kaynağına ulaşabilmek için parçadan bütüne, özelden genele doğru giden bir yöntem izlenmelidir. Çünkü burada “varmak” fiili söz konusudur. Varma, ulaşmak demektir. Bu durumda tümevarım, var olandan, hareket ederek, gerçeğe ulaşmayı içerir. Oysa tümdengelim, “geliş” fiilini kullanır. Gelmek, uzak bir kaynaktan gelişi, varış kaynaktan çıkıp uzaktakine ulaşmayı içerir. Birisi dirimsel gerçekten, düşünsel boyuta (Tümevarım); diğeri düşünsel boyuttan dirimsel gerçeğe (Tümdengelim) varmayı hedefler.
Örneğin; Bilgisayarı görmeyen, bilmeyen, onu zihnine yansıtmayan ve algılamayan bir insanın düşüncesinde bilgisayar kavramı olamaz. Bilgisayarı gören, inceleyen, gözlemleyen, çözümleyen vs. insan ancak onu bilebilir. Doğarken, hiçbir insanın bilincinde, su, hava, ateş, ekmek, güneş, vs. gibi kavramlar bulunmaz. Bir insanın, yaşamı boyunca edindiği, aktardığı, gördüğü, karşılaştığı; kısacası bilincine yüklediği şeyler hakkında bilgisi olabilir. Esasında, her insan önce somut olanı algıladı, daha sonra genelleme yaparak soyut kavramlara ulaştı. Bu anlamda, her somut olandan, soyut olana varan bir insan, tümevarımcı bir yöntem uygulamış olur. Soyuttan somuta varışsa tümdengelimi içerir.
Tümevarımcı yöntem, var olanı nesneyi veya herhangi bir sonucu deney ve gözlemlerle çözümleyerek, onu varlaştıran gerçek kaynağını bulmaya çalışmaktır. Tümevarım, maddenin gerçekliğinden hareket eder. Var olmayan, var olanı belirleyemez görüşünü savunur. Buna göre, ancak var olandan, başka varlıklar varlaşır. Bu yollu izleyen bir insan, somut olandan, soyut olana ulaşan bir yöntemi benimsemiş olur. Yani, var olandan, var olana bağlı olarak çözümlenen soyut tasarımlara ulaşılabilir. Böylece, oluş olmasaydı, soyut kavramlar oluşmazdı görüşünü ortaya koyar.
Alevilik, bir öğreti olarak Vahdeti Mevcut görüşünü savunur. Bu görüşten dolayı Alevilik, süreç içinde belirli çevrelerce her zaman yok sayılmış ve dışlanmıştır.
Bir olay, bir olgu, herhangi bir şey, başka şeylerden varlaşıyorsa, o şey, varlaştığı şeyden ayrı düşünülemez. Bir şey, bir şeyden çıkıyorsa, kendisi de aynı zamanda o’dur. Bu bağlamda, ana kaynakla, varlaşan nesneyi birbirinden ayırmak, sağlıklı düşünen bir akla uygun düşmez.
Alevilik, oluşu ve maddesel gerçekliği öne çıkarır ve maddenin, evrenin Tanrı’dan Südur ettiğini belirtir. Südur Etmek, olmak, açığa çıkmaktır. Bu anlamda, evren, madde ve Tanrı, bir bütünüdür. Çünkü evrenin ana kaynağı Tanrı’dır. Çünkü evren vardan var olmuştur. O halde var olanla, var eden birdir. Biri diğerinin içindedir. Bu bağlamda Alevilik “İçkinlikçidir”.
Felsefede “İçkinlik”; olayların, olguların kendi iç dinamikleri sonucu geliştiğini ortaya koyar. Buna göre, her olayın, her olgunun gelişimi, bir süreci kapsar ve süreç içinde her nesne kendi içinde bir takım değişimlere ve gelişmelere uğrar. Söz konusu her gelişim ve değişim, nesnelerin iç özelliklerinden kaynaklanır. Her değişim ve gelişim şeylerde farklılaşma var eder. Yeni ortaya çıkan her şey, öncesinin de özelliklerini içinde taşır. Bu anlamda “içkin olan, kendi içinde var olan bir şeydir.” (Aziz Çalışlar, Felsefe sözlüğü; Cam yay. İlgili madde).
İçkinlik; Aşkın’ın (dışrak’ın), ötesinde ya da dışında olmanın karşıtı; bir şeyin içerisinde olma, bir şeye “içkin” olma, o şeyin kendisi dışındaki bir ilkeye bağlı olmama durumudur. Felsefede, içkinlik ile aşkınlık üzerine yürütülen tartışmaların kökleri Platon ile Aristoteles’e dek uzanır. “Formları nesneler dünyasının üzerinde “doğaüstü” bir dünyaya yerleştiren Platon’a karşı, biçim ile maddenin birbirlerinden ayrılamayacak denli iç içe geçmiş olduklarını savunan Aristoteles, “İlk Devindirici” dışında hiçbir formun (biçimin) bütünüyle maddeden bağımsız ayrı bir varlığı bulunamayacağını, formun her durumda maddelere içkin bir varlık taşımak zorunda olduğunu ileri sürmüştür. “(Çalışlar, age)
Buna göre, bir şeyin biçimi o şeyin yöneldiği içkin erektir; başka bir deyişle her varlık, kendi varlık sebebini içinde taşır.
"Tanrıbilimde ise, klasik tektanrıcılıkta, Tanrı, yarattığı dünyanın bir parçası olarak değil, onun ötesinde ve ondan bağımsız aşkın (dışrak) bir varlık olarak görülürken, çoktanrıcı geleneklerde, özellikle kimi zaman içkinlik de denilen “tüm tanrıcılıkta” Tanrı doğayla tek bir varlık olarak düşünülür. (Felsefe Sözlüğü- A. Baki Güçlü; Erkan Uzun; Serkan Uzun; Ü. Hüsrev Yoksal- Bilim ve Sanat Yayınları;" http://www.forum.bbs.tr/felsefe
İçkin anlayış, Tanrı’yı doğanın dışına itmez. Bu anlamda Tanrı, her şeyin ana kaynağıdır. İçkinlik, dışa bağımlı olmamaktır. Nesnelerin iç içe bağımlılığını ve bağıntılarını ön görür. Bu anlamda içkinlik, vahdet-i mevcut anlayışına denk düşer. Tanrı, var olanların toplamıdır. Bu nedenle, var olanı çıktığı ana kaynaktan ayırmak, bu iki olguyu birbirinden koparmaktır. Oysa hiçbir şey, bir başka şeyden ayrı düşünülemez.
Böyle bakınca, Tanrı- Doğa ve insanı bir bütünlük içinde gören Alevi öğretisi, vahdet-i mevcutçu bir anlayışı savunduğunu ve bunun da içkinlik öğretisiyle özdeş olduğunu görüyoruz. Yani Alevi öğretisi, vücutçu değil, mevcutçudur…
Yine büyük söz ustası ve ozanı Yunus Emre’ye başvuralım:
Hak cihana doludur
Kimseler Hakk’ı bilmez
Onu sen senden iste
O senden ayrı olmaz. (Süleyman Zaman; Alevi-Bektaşi Edebiyatı ve Etkili Ozanları; Can yay. 2010, s. 96)
Yunus, açıkça Hakk her yerde var, evrenin her noktasında mevcut demektedir. Bunu gören göz, algılayan bilinç, sorgulayan akıl, her şeyin Hakk’ı içerdiğini ve Hakk’ın da her şey olduğunu bilir. Hakk, insandan, insan doğadan ayrı değildir. Hakk’ı arayan kişi, önce kendisine bakmalıdır diyen Yunus, olanca gerçekliği ortaya koymaktadır. Yunus’un bu dizeleri “varlıkların birliğini” belirtmektedir. Yunus’a göre, Hakk (Tanrı), var olanlardan ayrı değildir. O halde, her şey, her şeye bağlıysa, tanrıyı, varlıktan ayırmak, insanın düşünsel sayrılığı olsa gerekir. Ozan, bundan dolayı, dirimsel olguları çok temel veriler olarak görür ve var olandan hareket ederek, gerçeği ulaşmak ister. Bu da tümevarımcı bir yöntemdir.
Tasavvuf yâr ile yâr olmaktır
Gül-i gülzâr olup, bâr olmamaktır. (Eyuboğlu, age, 127)
Tasavvuf, can ve cananı birleştiren ve onları birbirine bağımlı kılan bir anlayışın ürünüdür. Yâr, sevgilidir, sevilendir. Sevgi, yaşatandır, koruyandır, besleyendir ve enerji verendir. Şu bilinmelidir ki, tek başına yâr eksiktir. Yâr, eksikliğini yârenle tamamlar. Deme ki tasavvuf, kişiyi tinsel yönden tamamlayan bir işleve sahiptir. Burada can ve canan ilişkisi, gül ve gülzâr ilişkisine benzemektedir. Yukarıdaki dizeler bunu açıkça ortaya koymaktadır. Gülzâr, gül bahçesi demektir. Güllerin bir araya gelmesiyle, gül bahçesi oluşur. Gül bahçesi gülden, gül de gül bahçesinden ayrı düşünülemez. Tek başına bir gül bile, gül bahçesinin bir parçasıdır. Gül, gül bahçesine bâr olmaz diyen ozan, gül bahçesine varlık katan gül, gül bahçesine yük olmaz demektedir. Bâr, yük olmak anlamındadır. Tasavvuf da, seven ve sevilen, sevgiyi yaşattıkları sürece birbirlerine yük olmazlar. Seven insan, sevilen Tanrı’ya sevgiyle bağlandığı sürece, Tanrı, o insan için yük olmaz. Sevgi, bağlayan, yönelen, yönelten, katlanan, katlanılan ve vuslatı sağlayan en itici güçtür…
Derisi yüzülen Hurufi ozanı Nesimi, şu görüşleri dillendirmiştir:
Nar benem, şecer benem
Arş’e çıkan hacer benem
Gör bu odun zebanesin
Ben bu zebane sığmazam (Süleyman Zaman, Yedi Ulu Ozan, Can Yay.2009, s.106)
( Ateş benim, ağaç benim/ en üst gök katına (Tanrı katı) giden benim/bu odunun alevini gör, ben bu aleve sığmazam. )
Nesimi’nin bu dizelerinde Vahdet-i Mevcut anlayışı egemendir. Vahdet-i Mevcut, var olanların bir bütün olduğunu savunur. Buna göre her şey, her şeydir. Evren her şeyin toplamıdır. Örneğin: Ateş, ateş olmadan önce odunun içinde gizlidir. O halde odun ateştir. Ateş de odun. Ateş açığa çıkmadığı sürece biz onu göremeyiz. Biz onu göremezsek de, o, odunun potansiyelinde mevcuttur. Nedensellik bağı içinde, koşullar oluştuğunda, ateş, odunun içinden dışa yansır. Ateş açığa çıktığında, artık nesnelleşmişi beden almıştır. Ateş odunun özünde potansiyel olarak bulunurken, odunun özünden eyleme geçmiş ve görünür olmuştur. Bu durumda ateşle odun birbirine bağlıdır. Evrende de her şey birbirine bağlıdır. Bu anlamda, evrende de her şey her şeyse ve her şey birbiriyle bağıntıları içinde mevcutsa o zaman ben de ateşim, ben de odunum, ben de bulutum, yağmurum vs diyen Nesimi, bu anlayışla varlığı bir bütünsellik içinde gördüğünü açıklamaktadır. Ozan, Arş’a (inanca göre göğün en üst katına, Tanrı katına) çıkan ve böylece tanrısal alanda bulunan da benim diyerek, miraçtan söz etmektedir.
Yaptığı bilinç sıçramasıyla, özünde Tanrı’ya ulaşan, O’nun varlığını ortaya koyan ve bulan benim diyen ozan, Tanrı’yla evrenin bir bütün olduğunu belirtmektedir. Nasıl ki odun alevden, alev odundan ayrı düşünülemezse, biri diğerini var ediyorsa, o halde ikisi de aynıdır. Bu bağlamla eğer, insan, evren, doğa tanrıdan çıkıyorsa, o halde tanrıyı insandan, evrenden, doğadan ayrı düşünmek yanlıştır. Çünkü doğadaki her şey, aynı zamanda bir başka şeydir. Bu düşüncenin tam tersi de doğrudur. Yani bir başka şey aynı zamanda her şeydir… O halde, odun da, alev de hem kendisi, hem de her şeydir. Bundan dolayı, Nesimi, “bu odunun alevini görün, ben bu aleve sığmam” diyor. Ozan, kendisini evrensel bütünlükle birleştiren bir anlayışla, evrensel özün kendisinde mevcut olduğunu, varlığı parça parça değerlendirip birbirinden kopukmuş gibi görmemek gerektiğini vurgulamıştır. Esasında, varlık bir bütündür. Parça ise bütünden çıkmıştır. Ama her parça bütüne döner. Odun bir parçadır. Odun yandığında bütüne, geldiği kaynağa geri döner ve bütünsel enerjinin içinde gizil varlık olarak devamlılığını sürdürür. Bu hâl, bütün nesneler için geçerlidir.
Aleviliğin kurumsallaşmasını sağlayan v e en etkili ozanlardan biri olan Hatayi, bir dörtlüğünde şunları söylemiştir:
Bir kandilden bir kandile atıldım
Türap oldum, yeryüzüne saçıldım
Bir zaman Hak idim, Hak ile kaldım
Gönlüme od düştü yandım da geldim. (Zaman, age, 160)
Burada “kandil” sözcüğü ışık anlamında değildir. Ozan, “kandili”, ateş, ateşi de enerji anlamında kullanmıştır. Hatayi, enerjinin dönüşerek, az yoğunluktan, çok yoğunluğa ulaştığını, yoğunlaşan enerjiyle doğanın maddeleşip, insana varıncaya kadar geçirmiş olduğu devinimi, değişimi ve dirimselleşmeyi anlatmaktadır. Ozanın sözlerinde, evrensel oluşum dile getirilmeye çalışılmıştır. Bu dizeler “devriyeyi” anlatmaktadır. Devriye, Tanrı’nın açığa çıkıp Hakk olması, Hakk’ın dönüşerek aklın, aklın özelleşerek nefsin, her ikisinin çatışmasından gök katlarının “(yıldızların), dada sonra aşağıya doğru değişim geçirerek dünyanın, suyun, toprağın, madenlerin, bitkilerin, hayvanların ve insanların vs oluştuğunu anlatmak istemiştir. Bugün, bilimsel olarak yıldızların ve bu bağlamda bir yıldız olan güneşimizin, birer enerji kaynağı olduğunu biliyoruz. Eğer, güneşte ki enerji olmasaydı, bitki de, hayvan da, insan da olmazdı. Her şeyin, birbirine bağlı olduğunu, pratik yaşamda da açıkça görüyoruz. Bu anlamda toprak, su, hava, ateş, güneşin gönderdiği enerji vs de birbirine bağlıdır. Olgular ve oluşumlar, birbirini var etmekte, biri diğerini ortaya çıkarmaktadır. Hiçbir şey birden oluşmamaktadır. An da açığa çıkan her şeyin de, bir geçmişi ve kendisini ortaya koyacak koşulların varlaşması gereklidir. Bu anlamda hiçbir olay ve olgu aynı anda oluşmamıştır. Bütün şeyler, bir süreç içinde zincirleme aşamalar halinde oluşmuşlardır. Ozan, bu oluşumu dile getirmektedir.
Yukarıdaki dizelerde ozan, diğer bir yönüyle enerjinin dönüşümünü dile getirmiştir. Bugün biliyoruz ki, madde ve enerji sonsuzca birbirlerine dönüşürler. Hatayi, bu düşünceyi günümüzden yaklaşık altı yüz yıl önce şiirlerinde belirtmiştir. Eğer madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşüyorsa, o halde, var olan her şey bu dönüşümün sonucunda oluşmuştur. Ozan, “toz, zerre (toprak) olup yeryüzüne saçıldım diyerek, güneşten kopup dünyamızın oluşumunu anlatır” gibi. Burada, ozan, Tanrı-Evren-İnsan, birlikteliğini açıkça dile getirmiştir. “Bir zamanlar “Hak” idim” demek, beden bulmadan önce, Tanrı’yla birdim, onun özündeydim demektir. Hatayi, Tanrı’nın özünde iken, gerçek olup, yani enerji (ateş) alıp yeryüzüne geldiğini açıklıyor. Bu düşünceler Vahdet-i Mevcut anlayışını ortaya koymaktadır. Çünkü Vahdet-i Mevcut’a göre, var olanların bütünü Tanrı’yı oluşturur.
Hatayi ’nin şu dizelerine bakalım:
Yer yoğ iken gök yoğ iken tâ ezelden var idim
Gevherin yek-dânesinden ilerü perkâr idim. (Zaman, age, s. 161)
(Daha dünya oluşmamışken, yıldızlar, gök cisimleri yokken, ben çok daha öncesinden vardım/ Cevherin en küçük parçasından daha da ötelerinde bulunmaktaydım. Şimdiyse, açığa çıktım, görünür oldum, cevherden daha ileri bir boyuttayım.)
Ozan, bu dizelerinde de “devriyeyi” anlatmaktadır. Buna göre, görünür evrenin ötesinde, açığa çıkmamış konumdaki gizil nesnelliğin içinde kendisini var edecek tözün bulunduğunu, bu anlamda beden bulmadan önce de var olduğunu; kendisinin de dâhil her varlığın tek bir noktadan çıktığını, dolaysıyla her varlığın temel kaynağının aynı olduğunu belirtmektedir. Bu nedenle, görünür ve görünmez olan her nesnenin birbirine bağlı olduğunu belirtmektedir.
Bâtıni felsefede, evren ensiz ve sonsuzdur ve evren, görünüme çıkmadan önce de vardır. Yokluk denilen şey gizil nesnellikten başka bir şey değildir. Gizil nesne ancak düşünceyle veya ortaya koyduğu sonuçlarla anlaşılır. Tanrı kavramı, bir yanıyla, gizil nesnelliğin adıdır. Esasında, ortaya veya görünüme çıkmamış her şey Tanrı’nın veya evrensel enerjinin içinde potansiyel olarak vardır. Bir nesnenin açığa çıkması, potansiyel konumdan aktüel konuma geçmesi, yani beden bulup görünür olması demektir. Açığa çıkan, beden bulan her şey, kendi gerçekliğini de var kılar.
Ozan, “ben doğmadan önce de vardım” diyerek, bedenleşmeden önce, kendi nesnelliğinin, Batın (gizil) konumda bulunduğunu ama kendisi beden bularak Batın konumundan, zahir (görünür, gerçek) konuma geçtiğini belirtiyor. Ozan, evrende bulunan tüm maddeler için de bu böyledir diyerek, her şeyin tek bir cevherden (noktadan) var olduğunu, evrenin, olguların ve olayların varlaşmasının, çok hassas ve bir pergel veya cetvel ölçüsü duyarlılığında bulunduğunu belirtmektedir. Aslında, her şey bir birikim, bir ölçü sonucunda vardır. Atomik ve moleküler anlamda da bu böyledir. Örneğin, suyun oluşumu için iki adet Hidrojenle, bir adet Oksijenin birleşmesi gerekir. Eğer bu ölçüde bir birleşme olmazsa o zaman su olmaz. Bir insanın ölümünün de yine, insan bedenini oluşturan moleküllerin süreç içinde azalması ve hücrelerinin iş yapamaz konuma gelmesiyle söz konusu olmaktadır. Bu bağlamda, moleküller, bir bedenden ayrılıp, başka bedenlere can verirken, birisinin ölümüne ve bir başka şeyin ise doğumuna neden olmaktadırlar. Hatayi, bu evrensel oluşumu dile getirmektedir.
Yunus Emre, bir dizesinde şöyle der:
Gel mevc-i acayip, gör derya-yı, nihan gizli
Bir bahr nihayetsiz, katrede olur pünhan. (Turan Alptekin, Bir Ene’l Hak Şiiri, Yunus Emre; Âşık Yunuslar ve Yunuslar; Demos yay. 2007, s. 68).
(Şu dalgayı bir gör, ne olağanüstü, bu dalgada, neler gizli, dalgayı anlamak için, deryayı bilmek gerekir/Bu sonsuz, uçsuz-bucaksız deryada, sonsuz katreler (damlalar) bulunmaktadır, deryanın tamamı, bu damlalarda gizli).
Yunus Emre, yukarıdaki dizelerde, evreni, deryaya benzetiyor. Deniz olmasa dalga olmaz diyerek, dalgayla denizi bir bütünlük içinde sunuyor. Çünkü dalganın oluşumu, denizde gizlidir ve dalgayla deniz birbirinden ayrılamaz. Derya, sonsuz damlalardan oluşmaktadır. Bu anlamda, deryayı, damlalardan, damlaları da deryadan ayıramayız ve dolayısıyla derya ve damla, ikisi bir bütündür. Evren de böyledir. Evreni var eden sonsuz noktalar, damlalar, parçalar, partiküller, atomlar ve atom altı parçacıklardır. Bunların hiçbirisini diğerinden ayıramayız. Bunların, aralarında yaptıkları bağıntılar ve zincirleme ilişkiler sonucunda, ortaya sonsuz bir enerji çıkmakta ve bu enerjinin itici gücüyle, sonsuz nesneler, olgular ve olaylar meydana gelmektedir. Tüm bu ilişkiler ve nesnelerin toplamı evreni oluşturmaktadır. Evren ve gizil evrenin toplamıysa “Tanrı” dır.
Dolayısıyla, her şey her şeye bağlı ve her şeyden bir şeyler taşıyorsa, şeyleri birbirinden kopuk olarak görmek doğru değildir. Bu bağlamda Tanrı, evreni hareket ettiren sonsuz güçtür ve bu güç asla evrenin dışında ve ötesinde değildir.
Yunus’un şu dizelerine bakalım:
Yıldırım olup şakıyan, şak’yup u nefsi tokuyan
Yer ka’resinde berkiyen, şol ağulı yılan benem (Alptekin, age, s. 21)
Yunus, bu dizelerde, her olay ve olgunun birbirleriyle bağıntısını ortaya koymakta ve diyalektik bir düşünceyi savunmaktadır. Ozan, kendi varlığıyla, diğer bütün nesneleri bir bütün içinde görmekte, total bir anlayışla, hiçbir parçanın, bütünden ayrı olmadığını savunmaktadır. Yunus’un bu görüşü, panteist bir anlayışı ortaya koymaktadır. Her şey benim, ben her şeyim anlayışı, evreni oluşturan hiçbir nesneyi birbirinden ayrıştırmadan, onları nedensellik bağları içinde gören, farklı görünümlerin, biçimlerin var olduğunu ve öz olarak her nesnenin aynı noktadan, aynı özden çıktığını belirtmektedir. Yani, tüm nesneler “vahdet” konumundadır. Bir nesneyi, diğerinden ayırmak bir yanılgıdır. Bu bağlamda Yunus, “bazen yıldırım, bazen yağmur, bazen toprak, bazen yılan” vs olmaktayım, diyerek, hulul ve tenasüh anlayışını da ortaya koymakta ve sürekli devir-daim içinde bulunduğunu belirtmektedir.
Niyazi-i Mısri (1618-1694), bir dörtlüğünde şöyle der:
Bahr içinde katreyim
Bahr oldı hayran bana
Ferş içinde zerreyim
Arş oldı seyran bana (Turan Alptekin, Niyaz-i Mısri, Demos Yay. 2008, s. 49)
Bu dizelerde de, panteist bir anlayış egemendir. “Bahr yani derya içinde katre (damla, parçacık) olmak”, damla ile bütünü bir görmek demektir. Ferş (Yeryüzü, dünya) içinde, zerre olmak, tüm varlığı bütünselliği içinde kavramaktır. Çünkü zerre bütünü oluşturuyor, bütünde zerreyi içinde taşıyor.
İnsanlar ve nesneler dünyaya, dünya güneşe, güneş galaksiye, galaksi galaksi kümelerine vs. bağlıdır. Tüm bu büyük sistemler de, sonsuzca zerrelerden meydana gelmiştir. Böylece, her büyük, sonsuz küçüklerden oluşurken, her küçük de büyüğün yapısına girer ve ona beden verir. Örneğin, güneş, galaksi, insan, yani tüm nesneler, atomlardan ve atom altı parçacıklardan oluşmuştur. Bu olgu içinde, bütünden zerreye, zerreden bütüne akış vardır ve sürekli, biri diğerine dönüşür. Böylece, öz olarak hiçbir şey kaybolmaz. Yani zerre, evreni, doğayı dolaşır. Yine, zerreyi oluşturan temel enerji asla yok olmaz. Termodinamiğin 1.yasası, “enerji asla yok olmaz” der. Bu anlamda madde de yok olmaz. Sonuç olarak, enerji maddeye, madde enerjiye dönüşüyorsa, o zaman evren sonsuzca var demektir.
Zerreler yani temel parçacıklar, farklı süreçlerde, değişik uzamlarda, farklı nesneleri oluşturur. Bir zerre, yani atom veya atom altı parçacık, bir milyar yıl önce bir kayanın içindeyken, bugün bir insanın hücresinde bulunabilir. Bunun tam tersi de olasıdır. Dolayısıyla zerreler sürekli seyran ederler. Bu ilişkiler içinde, madde de, enerji de seyran ederler, yani her şey devinim halindedir.
Bu anlayış, vahdet ve mevcut anlayışını içerir. Bu aslında, “her şey birlik içinde bulunur ve varlık sonsuzca vardır” anlamına gelir. Bunun kavramsal adı da vahdet-i mevcuttur.
XVl. Yüzyıl ozanlarından biri olan Usuli, şu dizleri ortaya koymuştur:
Vücud-i mutlak’ın bahri ne mevci, kim ider peydâ
Ene’l -Hak sırrını söyler, eğer mahfi, eğer peydâ (Eyuboğlu, age, s. 113)
Bu dizlerde ozan; sonsuzca var olan, hiçbir zaman, hiçbir koşulda, yok olmayan şey (evrenin özü, enerji, Tanrı), sonradan vücut bulan, beden olan şeyleri var etmiştir, diyor. Buna göre, varlığın sonsuzluğu, denizde, deryada, nesnelerde gizlidir. Denizin dalgası, suyun eyleminden kaynaklanır. Deniz olmasaydı, dalga olmazdı. Dalga da denizin bir sonucudur. İkisi bir ve aynıdır. Açık olan denizdir ve görünendir. Dalga ise, onun özün de, enerjisin de ve potansiyelin de mevcuttur. Gizli olanla, açık olan aynı dili konuşur. Açık olandan, gizli olana varmak, bilgiyi gerektirir. “Ene-l Hak”, gizil konumundaki gerçekliğe, bilgiyle, sezgiyle ulaşmaktır. Gizli olana ulaşan, açık olanla gizli olanın kaynağının aynı olduğunun farkına varan insan için, kapalı olan, gizli olan kalmaz. Var oluşun gerçekliğine ulaşan için de, vahdet ve mevcut ayrımı söz konusu olamaz. Çünkü ikisi birdir.
Seyyid Nesimi’nin şu dizelerine bakalım:
Hak Teâlâ varlığı âdemdedir
Ev anundur ol bu evde demdedir
Her ne yerde, gökte var âdem de var
Her ne ki yılda, ayda var, âdem de var. (İsmail Kaygusuz; Görmediğim Tanrı'ya Tapmam; Su Yay. 2009 S.68.)
Bu dizeler, vahdet-i mevcut anlayışını ortaya koyan dizelerdir. Burada Nesimi, Tanrı insandadır diyerek, tanrıyla insanı birleştirmektedir. İnsan bedenini, bir ev olarak gören Nesimi, bu evin Tanrı’ya ait olduğunu belirtmektedir. Ozan, evrende, yerde, gökte, yer altında, uzayda, görünür-görünmez vs. her ne var ise öz olarak insanda da bulunduğunu söylemektedir. Ozanın ortaya koymuş olduğu bu görüş, bugünün bilimsel buluşlarıyla da örtüşmektedir. Bugün, bilim bize her şeyin bir tekillikten ortaya çıktığını (Big-Bang) ve bütün maddelerin yaklaşık on iki parçacıktan (kuark, lepton vs) ve dört temel güçten oluştuğunu belirtmektedir. Bu anlamda, canlı ve cansız maddeler aynı parçacıklardan meydana gelmişlerdir. Demek ki, her şey, her şeyin içindedir. Böylece, insanı doğanın dışına çıkarmak ve var edici temel gücü (Tanrı), insandan ayırmak doğru değildir.
Niyaz-i Mısri’ nin şu dizelerine bakalım:
Cümle esmâ vü sıfâtındır, görünen gayr’ı yok
Her birin bir vech-ile hob zâtın i’lân eyledi. (Alptekin, age, s. 222)
Mısri’ ye göre, var olan her şey, her görüntü, her isim vs. tanrının sıfatıdır. Ondan başka bir gerçek yoktur. Var olanla, varlığın kaynağını bütünleştiren, onları bütünlük içinde gören bir anlayışı, bu dizlerde görmekteyiz. Ozan, “her görünen, her bilinen, her taraf, her yön, her eylem ve davranış, Tanrı’nın kendisini yansıtmaktadır” diyerek, tüm mevcudun, Tanrı’yla bir olduğunu belirtmektedir. Bu dizlerde mevcutçu bir anlayışı açıkça görmekteyiz.
Hatayi şöyle diyor:
Mendedir hem yer ü göğün hikmeti vü kudreti
Ab ü, ateş ü, bad-ı cümle yeksan mendedir. (Hayati; Kaygusuz age. S. 37)
Hatayi, yukarıdaki dizelerinde, her şeyin kendisinde mevcut olduğunu açıkça belirtmektedir. Ozan, yerin, göğün, varlığın vs. hikmetinin ve gücünün kendi özünde bulunduğunu ortaya koymakta ve evrenin temel güçleri olarak gördüğü, su, ateş, toprak, yel (soluk, nefes) vs. insanda da bulunduğunu ve insanın evrende bulunan her şeyi özünde ve bedeninde taşıdığını vurgulamaktadır. Bu düşünce, vahdet (birlik) anlayışını ortaya koymaktadır. Çünkü bu dizelerde, bütünü bir, biri bütün olarak gören bu anlayış vardır ve bu da vahdet-i mevcut anlayışıyla özdeştir.
Sonuç olarak; Vahdet-i Mevcudu, yani varlıkların birliğini, kısaca ve başlıklar halinde, şöyle özetlemek olasıdır:
Vahdet-i Mevcut’a göre:
-Var olan mevcut (var) olduğu için, varlık vardır.
-Var edenin varlığına, ancak var olan, olduğu için ulaşılabilir. Varoluşun en temeli, her şeyin onda çıktığı cevheri, özü Tanrı’dır. Bu da varlığın dışında değildir.
-Tanrı ve evren birdir ve aralarında bir farklılık yoktur.
-Evrende tek bir cevher vardır.
-Bir şeyin içi ve dışı birbirinden ayrılamaz. İç varsa dışı, dış varsa içi olmak zorundadır.
-Bir şey, bir şeyden çıkıyorsa, çıkanı geldiği kaynaktan ayırmak doğru değildir.
-Evrenin dışında bir Tanrı söz konusu değildir.
-Tanrı var olanların (evrenin) toplamıdır.
-Görünen, düşünülen ve yaşanılan evren birbirleriyle bağıntılıdır, biri diğerini dışlamaz.
-Tekil tümelden (Tanrı’dan) çıkmıştır, tümel, tekillerin toplamıdır. Bu bağlamda tekil olmasa tümel, tümel olmasa tekil olmaz. Bunlar birbirlerini var kılar.
" -Evren de her şey, atomların birbirini izleyen ve etkileyen deviniminden oluşur." (Ana Britannica, age)
-Evren sonsuz ve zorunlu olarak vardır.
-Tanrı, evrenin veya doğanın özüdür. Öz, biçimden ayrılamaz.
-Tanrı, doğanın ruhudur. Ruh, biçime, bedene, vücuda eylem kazandıran enerjidir.
-Doğa sürekli devinir, devinimi sağlayan enerji doğanın ruhudur. Doğanın ruhunun kavramsal adı veya soyut ismi Tanrı’dır.
-Aşkınlık konumunda bir Tanrı yoktur. Doğada aşkınlık (doğanın ötesi, dışı) söz konusu değildir. Çünkü dış içi zorunlu olarak kapsar ve içerir.
-Doğada içkinlik egemendir ve her şey her şeyin içindedir. İçle dış bir bütündür.
-Bir, “Her” dir veya Her “Bir” den oluşur.
KAYNAKÇA
AKMAN, Toygar; Beşinci Boyut; Karacan yay. 1981
ALPTEKİN, Turan; Bir Ene’l Hak Şiiri, Yunus Emre ve Aşık Yunuslar;
Demos yay. 2007.
ALPTEKİN, Turan; Niyaz-i Mısri, Demos Yay. 2008.
Ana Britannica C. 19
Ana Britannica C. 21.
ÇALIŞLAR, Aziz; Felsefe Sözlüğü; cem yay.
ERGÜVEN, A.Rıza; Dinlerin Kökeni ve İslam’da Reform; Berfin Yay.1996
EYUBOĞLU, İ. Zeki; Alevilik-Sünnilik –İslam Düşüncesi- Der Yay. 1989
GÖLPINARLI, Abdülbaki; Yunus Emre, Varlık Yay. 1995
GÜÇLÜ, A. Baki; Felsefe Sözlüğü; Bilim, Sanat Yay. www.forum.com
HANÇERLİOĞLU, Orhan; Düşünce Tarihi; Remzi Kit.
KAYGUSUZ, İsmail; Görmediğim Tanrıya Tapmam; Su Yay. 2009
KOCA, Turgut; Bektaşi Nefesleri; Maarif Kit. 1990
ÖZ, Baki; Alevilik Nedir? Der Yay. 1995
ULUÇAY, Ömer; Kaygusuz Abdal; Toplumsal Dönüş.Yay. 1994
ZAMAN, Süleyman; Alevi-Bektaşi Edebiyatı ve Etkili Ozanları, can yay. 2011.
ZAMAN, Süleyman; Yedi Ulu Ozan; Can Yay. 2009
Comments