ALEVİLİKTE KIRKLAR CEMİ TASARIMI
- sulzam1956
- 26 Eki 2024
- 20 dakikada okunur

KIRKLAR CEM’İ
Alevi Cem’lerinin, Kırklar Cem’iyle başladığına inanılır. İnanç önderlerinin ve Alevilerin büyük bir çoğunluğunun genel-geçer düşüncesi bu yöndedir. Alevi ozanlarının şiirlerinde ve dizelerinde de bu konu, açıkça dile getirilmiştir. İnançsal anlamda bu böyle olsa da, felsefi anlamda ve tarihsel süreçte baktığımızda, Kırklar Cem’inin kozmik bir iletiyi içerdiğini görmekteyiz.
Bu bağlamda, tarihsel süreçte, geriye doğru gidildiğinde, geçmiş dönemlerde de, topluluk halinde ibadet edildiği ve ritüeller yapıldığı da bir gerçektir. Örneğin, Şaman Törenleri, İran da Cemşit, Eski Yunan ve Anadolu’da dionysos adına yapılan içkili ve ayinli toplantılar vs. gibi törenler sayılabilir. Bu topluluklar da, Cem, yani toplu halde ayinler yapılmaktaydı.
Kırklar Cem’i Alevi-Bektaşi ulularının ortaya koydukları “bilgeler kuramıdır.” Kırklar Cem’ini anlamak için, önce kırk sayısının bâtıni (gizemci) anlamına vurgu yapmak gerekir.
Kırk Sayısı:
Ezoterik (Bâtıni) anlayışlarda, birçok sayılara (1, 3, 5, 7, vs…) anlamlar yüklenmiştir. Bu sayılar bilgi kodlarını taşırlar. Bu bilgi kodları gizli ve kozmik değerleri içerir.
Bu anlamda, diğer sayılarda olduğu gibi, kırk sayısına da bir takım kozmik (varoluşla ilgili, evrensel) anlamlar yüklenmiştir. Bu anlamda, sayıların kutsallığı çerçevesinde kırk kavramının da farklı anlamları ve belirli karşılıkları bulunmaktadır.
Ezoterik öğretiler (gizli öğretiler) içinde, kırk sayısının çok önemli bir yeri vardır. Kırk sayısı da, belirli simgelerle bizlere doğasal bir takım bilgiler sunmaktadır. Biraz derinlemesine baktığımızda pratik yaşamda dillendirdiğimiz birçok kavramın farklı bilgiler taşıdıklarını hemen fark ederiz. Bunlar sayı gizemciliğidir. Simgesel anlamda, hayvanlara, doğal varlıklara vs de bir takım simgesel anlamlar yüklenmiştir. Ama simgesel olarak sayılar, diğerlerinden daha fazla kullanılmıştır.
Sayı gizemciliğine, birçok eski uygarlıklarda da karşılaşıyoruz. Örneğin: Mu, Hint, Sümer, Mısır, Uygur, Yunan, Anadolu vs. gibi birçok farklı uygarlıklarda da ve mitolojilerde de, sayılara bir takım kozmik bilgiler yüklendiğini görmekteyiz.
Esasında bunlar örtülü bilgilerdir.
Kırk sayısı da örtülü bilgiler içeren bir sayıdır.
Kırk sayısının, tarihsel süreç içinde, kimi uygarlıklar tarafından, belirli bilgi kodlarını taşımak için kullanıldığını öğreniyoruz.
Kırk sayının seçilmesinin nedeni, bu sayının kozmik bir anlamının olduğunu vurgulamaya dönüktür.
Kırklar Cem’i denilen ve kırk kişinin bir araya gelerek yaptıkları dinsel bir ayin gerçekten hiç olmamıştır. Bu tamamen bir söylenceden, uslamlamadan, tasarımdan, kuramdan ve düşlemden oluşan imgesel bir betimlemedir.
Kırklar Cem’i de, Alevi-Bektaşi bilgelerinin, teolojik, inançsal, insansal, toplumsal, felsefi, vs bakışını ortaya koyan, mitolojik, folklorik ve ayinsel bir sunumdur. Burada, metafizik bir sunumla, fizik dünyayı anlamaya yönelik bir düşsel kurgu söz konusudur. Kırklar Cem’ini anlamak için kırk sayısına yüklenilen anlamlara bakmak gerekir.
Her şeyden önce, birçok uygarlıkta, “Kırk Sayısının” özel ve uğurlu bir sayı olduğuna inanılmıştır.
Kırk sayısı;
-Eski Mısırlılarda, gök varlıklarının kendi yörüngeleri üzerindeki dönüm sürelerini gösterir.
-Tevrat’ta, insanın yaş dönemlerini belirtir. Muhtemelen ‘kırkından sonra azmak’ veya ‘kırkından sonra saz çalmak’ deyimleri de buradan kaynaklanır. (www.iyiturk.net)
-İnsanların 40 yaşında olgunlaştığı inancı da eski çağlardan günümüze gelen bir bilgidir.
-Kadınların gebeliğinin 40 hafta (9 ay 10 gün= 280
gün) sürmesi de kozmik bir bilgidir.
-İnsanların organsal gelişimi 7 aşamada ve 40’ar gün oluşumlar içinde tamamlanır. Bu da 7*40= 280 gün eder ve 9 ay 10 gündür.
-Gebelik süresi 7*40 gündür. Kırk defa aynı günler geçer. Burada, yedi sayısıyla, kırk sayısının kozmik bir buluşması söz konusudur.
-Hz. Muhammed’in 40 yaşında peygamber olması, olgunluk yaşının 40 yaş olduğuna olan inancı arttırmıştır.
-Müslümanların, zekâtlarını 40’ta birini vermesi de kırk sayısının önemini ortaya koymaktadır.
-Nuh Tufanının 40 gün sürdüğüne inanılır.
-Bir bebek doğduktan 40 gün sonra ruhsal boyutunu kazanır. Beden, tin ve bütünlüklü yapıyı oluşturacak olan, dış dünya algısı olgunlaşmaya başlar.
-İnsan embriyonu 40 günde tamamlanır, gelişir ve bedene dönüşür.
-Ezoterik öğretilerde inisiyasyon (eğitim ile değişim) süresi 40 gündür.
-İsa Peygamber, söylencelere göre çölde 40 gün kalmıştır.
-Hz. Muhammed, Hıra Dağ’ında 40 gün kalmıştır.
-Hacı Bektaş Veli, Çilehane’de 40 gün kalmıştır.
-Bir şeyin öze dönüşü, 40 günde oluşur.
-Bir kişiye 40 gün “sen şusun de” o kişi kendisini o sanır.
-Ölen bir insana, “kırk uçurmanın” da bir anlamı olsa gerek. Bir inanca göre toprağa gömülen ölü bedeni 40 gün sonra bütünselliğini yitirip parçalanır. Ölen insanı bütünsel anlamda yeniden bedenlere taşımak ve o bedeni bir daha anımsamak amacıyla lokmalar verilir. Alevilik-Bektaşilikte buna “cana değme veya can yemeği” denir.
-Kırk lokma yiyenler doyarlar.
-4 sayısı zamanı, 10 sayısıysa bilgiyi simgeler. 4’le 10’unun çarpımı 40’tır.
-40 yaş, insanın yaş dönümüdür.
-İnanca göre, Tanrı, Âdem’i, 40 gün yoğurduğu çamurdan yarattı.
-Şaman inancında, ruh, fiziki bedeni 40 gün sonra terk eder.
-Yeni doğan bir insan yavrusu, beden gelişimini 40 gün içinde tamamlar ve dış dünyaya karşı tepki vermeye başlar. Bunun içinde kutlamalar yapılır. Genellikle buğday haşlanıp dağıtılır. Buna hedik denir. Buğday haşlanmasının nedeni temel besin maddesi olmasındandır. Ekmek buğdaydan yapılır.
Görüldüğü gibi kırk sayısı, örtülü inançlarda ve bu bağlamda Bâtınilikte, çok
farklı anlamlar içeren simgesel değerlere sahiptir. Kırk sayısı, sırlı yani gizemli sayılardan biridir; bu, tüm ezoterik veya batıni inanç ve öğretilerde kullanılmıştır.
KIRKLAR CEM’İ
Kırklar Cemi; inanca göre, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin de katıldığı toplam kırk kişinin bira arada olduğu ve toplu halde semah dönüldüğü cemdir.
Kırklar Cem’i, Alevi bilgelerin ortaya koydukları kozmik bir tasarımdır. Burada, Alevi inancı, teolojisi, ibadet anlayışı ve toplumsal duruşu vs. sembolik ve metafizik bir anlatımla ortaya konmuştur.
Kırklar Cem’i, söylencede kırk kişinin bir araya gelmesiyle yapıldığı var sayılan, inançsal ve bir törendir. Bura da, Hz. Ali’nin öncülüğünde yapılan bir dinsel ayin anlatılmaktadır.
Söylenceye göre:
Hz. Muhammed, Miraç dönüşü, kubbe biçiminde bir yer görür. Kapsına varır ve kapıyı çalar.
-İçeriden bir ses, kimsin, niçin geldin diye sorar?
Hz. Muhammed:
-Ben peygamberim, içeri girmek; erenlerin yüzünü görmek istiyorum der!
-İçerdeki ses: Aramızda peygambere yer yok, sen git ümmetine peygamber ol der ve O’nu içeri almaz. Bu olay üç kez tekrarlanır. Tam gidecekken, Tanrı dile gelir ve bilincinde bir ses duyar: “Ey Muhammed, o kapıya var ve o meclise dâhil ol der! Hz. Muhammed, bir kez yine kapıyı çalar.
-İçerden kim o dite bir ses gelir.
-Hz. Muhammed bu kez, ben yoksulum, girmeme izin var mı der ?
-O an kapı açılır ve Peygamber içeri girer.
-İçeriden Peygambere; hoş geldin denilir ve yer gösterilir.
Peygamber, içeride 39 kişi görür. Bunlardan yirmi ikisi erkek, on yedisi kadındır. Hz. Muhammed, Hz. Ali’nin yanına oturur ama onun Hz. Ali olduğunu anlamaz.
-Peygamber, bunlar kimler? Hangileri büyük, hangileri küçük diye sorar?
-İçerdekiler aynı anda, “Bizler Kırklarız” diye yanıt verirler.
-Peygamber, peki sizin ulunuz kim, hanginiz büyük, hanginiz küçüksünüz der?
-Hepsi biden “Bizim ulumuzda uludur, küçüğümüzde uludur, hepimiz biriz” yanıtı verilir.
-Hz. Muhammed, “fakat burada otuz dokuz kişi varsınız, bir kişi eksik, diğeri nerede, diye sorar?
-İçerdekiler, O Selman’dır, taşraya çıktı. Hem niçin soruyorsun, O’nu da aramızda say derler.
-Bunun üzerine Hz. Muhammed, bunu kanıtlamalarını ister.
O an Hz. Ali, kolunu uzatır, kırklardan birisi Hz. Ali’nin uzatılan koluna bıçakla bir kesik atar ve koldan kan akmaya başlar. Bu sırada orada bulunan otuz dokuz canın hepsinin kolundan kan akmaya başlar. Bir damla kan da pencereden düşüp meydana dökülür. O kan Selman’ın kanıdır.
Selman taşradan gelir. Gelirken tek bir üzüm tanesi getirir. Üzüm tanesini Hz. Muhammed’in önüne koyar ve bunu herkese paylaştırmasını ister.
Hz. Muhammed, tek bir üzüm tanesini, kırk kişiye nasıl pay edeceğini düşünürken, Tanrı, Cebrail’e, “Sevgili Muhammed zor durumda kaldı, tez yetiş, Cennet’ten bir nur tabak al ilet, o üzüm tanesini bu tabağın içinde ezsin ve şerbet etsin, Kırklar’a paylaştırıp içirsin” buyurur. Cebrail, bir nur tabağı alıp, Hz. Muhammed’e getirir ve Tanrı’nın kelamını iletir. Tabağı Muhammed’in önüne koyar. “Şerbet eyle ya Muhammed” der.
Peygamber, bir üzüm tanesini sıkıp şerbet yapıp Kırklara sunar ve hepsi de bu şerbetten içerek kendilerinden geçip mest olurlar. Bu şerbeti içenler az sonra Başta Hz. Ali olmak üzere hepsi birden semaha başlarlar. Semah sırasında Peygamberin başındaki imamesi düşer. Kırklar, bu imameyi kırk parçaya bölerek tennure yaparlar ve giyerler.
Daha sonra peygamber Kırklara, pirlerini ve rehberlerini sorar. Kırklar:
-“Pirimiz Şah’ı Merdan Ali’dir ve rehberimiz Cebrail Aleyhisselm’dır” derler.
Bu yanıt üzerine Peygamber, Hz. Ali’nin burada olduğunu anlar. Hz. Ali, peygamberin yanına gider ve peygamber, o sırada miraç yolunda aslanın ağzına verdiği yüzüğü Ali’nin parmağında görünce, Hz. Ali’nin yüceliğini anlar ve O’ da semaha katılır. (Esat Korkmaz, Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü; Anahtar yay. 2005, ilgili madde.)
Yukarıdaki söylenceye baktığımızda, bu söylencenin tamamen bir tasarım,
kurgu, düşlem, teori veya zihinde canlandırma vs. olduğu görülmektedir.
-Bu tasarımda, özellikle, velayetin, nübüvvetten üstün olduğu imgesi verilmektedir. Genelde, velayet, gayb âleminde bulunan ulu kimliklerdir. Nübüvvet zahiri, velayet Bâtıni’dir. Batın olan, kendisini gizler. Gizli olan zahire taşınırken bir kimlik bulmak zorundadır. Bu anlamda Hz. Ali kimliği Bâtın olanı zahire taşıyan bir kimlik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kırklar Tasarımın da, kırk kişiden söz edilir ve açıkça bilinen iki isim vardır. Bunlardan biri Hz. Ali, diğeri de, Selman-ı Farisi’dir. Diğer, otuz sekiz kişinin kimler olduğu bilinmez. Ama kimi kaynaklara göre, Hz. Âdem, Hz. Şit, Hz. Nuh, Hz. Musa, vs. gibi peygamberler ve Hz. Hüseyin, Hz. Hasan, Hz. Fatma vs. gibi isimlerinde orada bulunduğuna ilişkin görüşler vardır. Bu, olanaksız ve fizik dünyasına uygun düşmeyen değerlendirmelerdir. Bu söylemler, ancak söylencelere ve Gayb Âlemi olarak algılanan metafizik dünyaya ilişkin olabilir.
Gayb Âlemi, fizik âlemi değildir. Duyular ötesi ve ruhlar dünyası gibi, soyut kavramları içerir ve ancak düşüncelerde ve sezgisel algılarda, belleklerde oluşturulabilir. İnsan, beş duyu organıyla evren, doğayı ve nesneleri kavrar. Gayb Âlemi, beş duyu ile algılanmayan, nesnel olmayan, şuur boyutuyla ortaya konan, kavramsal bir mekânsızlık boyutudur. Mekânsızlık boyutu, Bâtıni öğretide, açığa çıkmamış gizil nesnellik olarak kavramsallaştırılmıştır.
Bu bağlamda, açığa çıkmamış her değer, gayb konumundadır. Bir insanın beyninde ürettiği, bilincinden belleğine taşıdığı ama dış dünyasına iletmediği düşünsel değerler de başkaları için gayb konumundadır. Gayb, bu anlamda potansiyel konumunda bulunan, ama kapalı olup, eyleme dönüşmemiş, algılanır konuma gelmemiş ve insan bilinci tarafından duyulur olmamış her şey için, genel bir kavramdır. Metafizik tüm değerler ve kavramlar, soyuttur ve deneylenemez. Bundan dolayı da her bilinç tarafından farklı anlamlar içerir. Gayb, bilinmeyen, gizli, örtülü olan demektir. Birisinin bir “şeyi” bilip, diğerinin onu bilmemesi, bilmeyen için o “şey” gaybtır. Bir insanın bilincinde saniyeler içinde, onlarca düşünceler gelip-geçer. O gelip-geçen düşünce damlalarını, bir başkası bilemez. Bilinmeyen, örtülü ve gizli olan her şey gayb konumundadır. Bilinen her şeyse, nesnel olandır ve fizik konumundadır. İnsanlık için önemli olan değerleri bilincinde açığa çıkarıp, onu insanlığa sunanlar, insanlığın önünü açan, aydınlık saçan birisi konumuna gelir. Bu anlamda, benzer işleve sahip birçok insanı, zaman-mekân boyutu olmadan, bir araya getirmek, düşünsel boyutta olasıdır, fizik boyutta değil. Düşünce frekansları birbirine uyan ve yakın şeyleri düşünen ve bu konuda düşünsel besinler sunan herkesi, aynı düşünsel frekans boyutunda bir araya getirmek batıni öğretinin özünde vardır.
Böyle olunca, düşünsel boyutta, on bin yıl önceki bir kişiyi veya düşünceyi, benzer düşünce frekanslarıyla, birbirine yakın algılarla bugün de buluşturmak veya buluşmak ve ona sonsuzca değerler yüklemek kolay olmaktadır. Burada önemli olan, ezoterik öğretilerin değerlerini geleceğe aktarmak için, önemli kimliklere başvurması ve o kimliğin içine kozmik değerlerini de aktarmasıdır. Burada da yapılan budur.
Hatayi, bir dörtlüğünde şöyle der:
Men bağçelerin gülüyem
Ayn-ı Cem’in bülbülüyem
Kırk kapunun kilidiyem
Açabilirsen gel beri (Yedi Ulu Ozan, Süleyman Zaman; Can Yay. s. 172).
Hatayi, tek tek güllerin ve farklı çiçeklerin bir arada bir bahçeyi oluşturduğunu, bahçenin “bir” beden olduğunu belirtiyor. Her gül bir bireydir, ama o gül aynı zamanda bahçeyi oluşturan bütünün de bir parçasıdır. Tüm çiçekler Cem olmuş yani bir araya gelerek bir bütünlük oluşturmuştur. Ozan, bülbül, nasıl ki gülü görünce öterse, ozan da, Cem olmuş, bir araya gelmiş insanları görünce, bülbül gibi konuştuğunu belirtmektedir. Hatayi, “Kırk Kapının ne anlam taşıdığını bildiğini; bunu öğrenmek isteyenlere, bu bilgiyi vereceğini belirterek; yeter ki bilgiye ulaşmak isteyenler, bende ki bilgiyi açığa çıkarmak istesinler” demektedir.
Alevi bilgeleri, teolojik, inançsal, toplumsal, ahlaksal, folklorik vs. anlayışlarını, görüş ve düşüncelerini ve öğretilerini Kırklar Cem’i tasarımıyla ortaya koymuşlardır. Kırklar Cem’i, bir inançsal ayin ötesinde, Alevi-Bektaşilerin bütünsel değerlerini, anlayışlarını, dünya görüşlerini ortaya koyan kozmik bir mitolojik törendir.
Burada kırk sayısı önemlidir ve bu sayının seçilmesinin nedeni, kırkın, kozmik
bir anlamının olduğunu vurgulamaya dönüktür.
18. yüzyıl ozanı, Şiri’nin dörtlüğündeki, Kırklarla ilgili dizelerine bakalım:
Bu cihan mülkünü devredip geldim
Kırklar meydanında erkâna girdim
Şahı Velayetten kemerbest oldum
Selman-ı Pak ile yoldaş idim ben (Zaman, age)
Ozan, sürekli geliş-gidiş içinde olduğunu; bu anlamda dünyaya gelip-gittiğini; farklı uzamlarda (zaman+mekân birlikteliği), farklı biçimlerle ve farklı bedenlerle dünyada bulunduğunu belirtmektedir. Ozan, insan, hangi dönemde dünyaya gelirse gelsin, hangi zaman ve mekân içinde yaşamış olursa olsun; insanın var ettiği ve yarattığı tüm değerler, bütün uygarlıkların ve bütün insanlığın ortak değeridir ve bu anlamda, kültürel, sanatsal ve bilimsel tüm yaratımların, üretimlerin hepsini yapan da insandır demektedir. Ozan, yani, ben, sen, o, siz, biz, onlar, bizler vs. ayrımı yapmadan, doğanın bir eseri olarak dünyada varlaşan insan, var olduğundan bu yana doğaya karşı ürettikleriyle var olmuş ve varlaşan tüm değerleri insanlığın ortak kültürüne katmıştır. Bu nedensellik içinde düşünüldüğünde, dünya malının kendisine ait olduğunu düşünen bir insan, öldükten sonra bu malın kendisine ait olmadığını söyleyerek bunun kendisinden önce ölenlerin geride bıraktıkları somut durumlarla ortada olduğunu ve tüm bu gerçekleri gördüğünü ve anladığını belirtmektedir. Çünkü bir insan öldükten sonra tüm malı-mülkü bırakıp dünyadan gitmektedir. Ozan bu gerçeği dile getiriyor.
Şiri, geçmişte yaşanılan, “Kırklar Meclisi” nde kendisinin de bulunduğunu, yol önderlerinden aldığı yolun bilgileriyle donandığını, yol ulularınca kuşağına kemer takıldığını; Selman-ı Pak ile birlikte olduğunu belirtmiştir. Doğal ki ozan burada kendisinden yüz yılar önce yaşamış olan önderleri, olay ve olguları kendi bedenine taşıyarak bu kültürel değerleri özüne taşımıştır. Bu durum kültürel ölümsüzlüğün bir göstergesidir. Şiri, dirimsel bedeniyle değil ama tinsel olarak, söz konusu uluları bilincine taşıdığını ve onların görüş ve düşüncelerini savunduğunu ve bu nedenle onların bedenine beden olduğunu söylemektedir. Ozan burada, şuur boyutunun diliyle konuşmaktadır.
İnsan, fiziki ve tinsel boyutuyla bir bütündür. Biri varsa diğeri de olmak zorundadır. İnsan, öldükten sonra, fiziki yapısı, organları, yine fizik evreniyle buluşur. Elementlerine ayrılır ve her bir element, başka nesneleri var kılar veya varlıkların yapısına girerek, sonsuzca oluşumlar içinde varlığını sürdürür. Tiniyse, evrensel ruha yani enerjiye katılır. Kuantum da, dalga ve tanecik örneğindeki gibidir bu olgu. Dalga, enerji konumundaki tanecik alan, tanecikse nesnelleşmiş dalgadır. İkisi birbirine dönüşür ve biri varsa diğeri de vardır.
Bilim bize doğada var edilen, üretilen hiçbir şeyin yitmediğini söylemektedir. İnsan tarafından da üretilse, üretilen her şey doğaya katılır ve doğanın bütünselliği içinde kendisini sonsuzca var kılar.
Ozan da doğanın bu bütünselliği içinde tekliği görmüş ve bu gerçekleri dizelerinde açıklamaya çalışmıştır. Ozana göre, doğada ve toplumda ben, sen, o iyeliği vardır bu bir gerçektir. Ama bu teklik görüntüsel ve biçimseldir. Doğanın özünde bütünsellik ve biz kavramı geçerlidir. Bu nedenle her şeyi bütünselliği içinde değerlendirmek gerekmektedir.
Sıdkı Baba şöyle diyor:
On dört yıl dolandım pervanelikte
SIDKI ismim buldum divanelikte
Sundular aşk meyin mestanelikte
Kırkların Cem’inde dar’a düş oldum. (Zaman, age,)
Ozan, aşkın şarabını içtiğini, içtiği badelerle (yani düşünsel gıdalarla), gizli bilgilerle, kendinden geçtiğini; Kırklar Cem’inin gerçek anlamını burada öğrendiğini anlatıyor. “Kırklar Cem’inde dâr’a düş olmak”; Kırklar Cem’inin vermek istediği iletiyi algılamak ve onun imgesel bir tasarım olduğunun bilincine ulaşmaktır.
Kırklar Cem’i Alevi-Bektaşilikte çok temel bir ritüeldir. Kırklar Cem’i birebir, pratik olarak yaşanmış bir Cem değildir. Bu tamamen Alevi-Bektaşi ulularının ortaya koyduğu “Bilgeler Tasarımdır." Burada derin bilgiler, gizemli söylemler, kozmik değerler, gnostik düşünceler ve Bâtıni anlayışlar söz konusudur.
Aleviliğin, evrene bakışını, tanrı inancını, Hakk anlayışını ve bu doğrultuda Hak+ Muhammed+ Ali ve Tanrı+ doğa+ insan üçlemesin ve bunların birlikteliğinin içerdiği anlamları ortaya koyan ve böylece insanın ve toplumun kurtuluşunu üstü örtülü bir şekilde sunan bir cemdir.
Kırklar Cem’inde önderlerin ve bilgelerin, sezgisel uyarımla ve aşkın bir içe duyumla veya düşüncede betimleme, sezgisel akılla gerçeğe varma vs. yoluyla ulaşılan ve içrek bilgilerle düzenlenmiş olan, imgesel bir tasarım söz konusudur. Yani söz konusu Cem, geleceğe dönük düşünsel bir üretimi kapsar.
Kırklar Cem’i modeli (tasarımı); Alevi-Bektaşi öğretisinin insanlığı geleceğe taşıyacak olan ve toplumları her türlü olumsuzluklardan kurtarmayı ilke edinen ve özünde “Kamil Topluma” ve bu toplumu var etmek için de “Kamil İnsana" ulaşmayı hedefleyen bir modeli oluşturur. Sıdkı Baba’nın dizelerinde bu gerçekler dile getirilmiştir.
İnançsal algıda: Kırklar Cem’i denilen ve kırk kişinin bir araya gelmesiyle yapıldığı söylenen Cem, inançsaldır. Fiziki ve gerçek anlamda böyle bir dinsel ayinin gerçekliği yoktur. Bu ayine kimlerin katıldığı da net değildir. Buna karşın bazı yazarlar tarafından bu ayine katıldığı söylenen ulu kişilerden söz edilmekte, söz konusu uluların bu Cem’de bulundukları belirtilmektedir. Fakat gerek tarihsel süreç, gerek yaşanmışlık ve gerekse fizik dünyası bakımından, bu kişilerin birbirleriyle bir arda olması asla olanaklı değildir. Bu görüş, tamamen söylence dünyasının, sanal algının ortaya koyduğu bir anlayışın ürünüdür. Söylencesel dünyada fizik ve zaman algısı ortadan kalkar.
Bu anlamda Kırklar Cem’i, tamamen bir söylenceden, uslamlamadan, kuramdan
ve düşlemden oluşan imgesel bir varsayıştır.
Ama her şeyden önce, inanç dünyasında zaman ve mekân kavramı aranmaz. Çünkü inanç, uzam ötesini kapsayan bir olgudur. Dolayısıyla inanç da, fizik dünyanın değil, metafizik dünyanın söylemleri geçerlidir. Bu anlamda, Kırklar Cem’i, uzam ötesi olarak algılanmalı ve zaman+mekân olgusundan değil, orada anlatılmak ve verilmek istenen kozmik değerlerin neler olduğunun açığa çıkarılması önem kazanmaktadır. Böyle bakınca, Kırklar Cem’ine kimlerin katılıp katılmadığından çok, orada ortaya konulan değerler bütünselliğine bakmak daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Bu anlamda, Kırklar Cem’i, Alevi-Bektaşi bilgelerinin, teolojik, inançsal, insansal, toplumsal, felsefi, vs bakışını ortaya koydukları folklorik ve ayinsel bir sunumdur.
Bu ritüelde, metafizik bir sunumla üzeri örtülmüş, fizik dünyayı anlamaya yönelik bir düşsel kurgu söz konusudur. Önemli olan, bu söylemelerdeki örtüyü kaldırmaktır. Eğer bu yapılmazsa, Kırklar Cem’i, yaşamın gerçekliğinden, akıl süzgecinden, diyalektik olgudan ve nesnel-öznel; öznel-nesnel bağıntısından uzaklaşır ve tamamen dinsel, düşsel ve mitolojik bir söyleme dönüşür.
Kırklar Cemi, inanca göre, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin de bulunduğu, merkezinde Hz. Ali’nin yer aldığı; toplam kırk kişinin bira arada olduğu ve herkesin birlendiği, esrime ve trans konumuna geçerek semah dönüldüğü vs anlatılan düşsel bir mekân ve tasarımsal bir cemdir.
Her şeyden önce, Kırklar Cem’i, Alevi bilgelerinin ortaya koydukları kozmik bir tasarımdır. Burada, Alevi inancı, teolojisi, ibadet anlayışı ve toplumsal duruşu, tanrıya, doğaya ve insana bakışı vs. sembolik ve metafizik bir söylemle anlatılmaya çalışılmıştır.
Bura da, Hz. Ali’nin öncülüğünde yapılan bir dinsel ayin anlatılmaktadır. Söz konusu bu toplantıya, Hz. Muhammed girmek ister ama kimliğini belirttiği ve sıfatını ortaya koyduğu için içeri alınmaz.
İnançsal olarak, Kırklar Cem’i, insanı, huzura kavuşturacak olan iç dünyasının arınmasını sağlayacak değerlere yönelinmesini, tanrıya gönül gözüyle varılmasını; Hak-Muhammed-Ali’ye sevgi duyulmasını, tanrıya, korkuyla, baskıyla yasaklarla değil, sevgiyle, muhabbetle, içtenlikle ulaşılmasını ortaya koyan bir anlayışı sunmaktadır. Kırklar Cem’ini ortaya koyan bilgeler, cennet ve cehennemin yaşadığımız dünyada bulunduğunu, şekilsel ibadetten kaçınılmasını, en güzel ibadetin iyiliği, güzelliği, erdemi vs. öne çıkarmak olduğunu, ortaya koymuşlardır.
Alevilik öğretisinde, kaynağının “Kırklar Cemi” olduğu söylenen Cem Ritüeli, özünde, insanların arınması ve çokluğun birlenmesi anlamını taşır. Kırklar Cemi, bir toplumsal tasarımın, bir ütopyanın, bir toplumsal yaşam biçiminin, bir toplumsal özlemin dile getirilmesi ve bu bilincin toplu davranış biçiminde açığa vurulmasının simgesel bir gösterimidir. Alevi Cemlerinde ki bu dinsel söylence, topluluğa taşınırken, sanatın estetik gücünü de (özellikle müziğin insan tini üzerinde ki etkisinden de yararlanarak) kullanır. Çünkü müzik doğanın sesidir. Doğanın her kımıldanışı, her değişimi, her hareketi bir ritimdir. Alevi önderleri bu ritmi kendi dinsel törenlerinde yoğun bir şekilde kullanmışlardır. Öyle ki, Aleviler müziği yalnız dinsel törenlerinde değil, yaşamın her alanında kullanırlar.
17. Yüzyıl ozanlarından Derun Abdal, bir dörtlüğünde şöyle der:
Kırklar meclisinde Selman içinde
Fatma Ana, huri gılman içinde
Ayni Cem’de bugün devran içinde
Derun Abdal gibi, kullarımız var.. (İsmet Z. Eyuboğlu; Alevi-Bektaşi Edebiyatı; Der Yay. 1991, s. 233-234)
Ozan, yukarıdaki dizelerde mitolojik bir anlatımı içeren ve bilgelerin kurgusu olan Kırklar Cem’ine katılan isimlerden söz etmektedir. Kırklar Cem’inde ismi belirtilen Selman-ı Farisi’yi anan ozan, orada da Fatma Ana’nın da bulunduğunu belirtmektedir. Kırklar Cem’inde erkek ve kadının birlikte Cem olduklarını belirten ozan, bu olguyu, huri-gılman olgusuna benzetmiştir. Huri ve gılman, inanca göre, cennette insanlara hizmet edeceğine inanılan, her zaman diri kalacak olan genç kadın ve erkektir. Ayin-i Cem yapıldığını belirten ozan, burada muhabbet edildiğini ve coşup dönüldüğünü vurgulamaktadır.
Kırklar Cem’in de kadın ve erkekten oluşan 40 kişinin cem olduklarına ve burada Tanrı’ya giden manevi yolculuğu gerçekleştirdiklerine inanılır.
Tasavvufi anlamda, Kırklar Cem’inin en temel sunumu, “vahdet” anlayışının bilinçlere çıkarılmasıdır. Vahdet, birlenmedir. Buna göre çokluk yanılsamadır. Çokluk, her görüngü, var olan vs. birden çıkmıştır. İnanca göre her şey, tanrıdan çıkmıştır. Tanrı, temel olandır. Her şey ona dönecektir. Sütü düşünün; peynir, lor, çökelek, yoğurt, ayran, yağ, vs. farklı görüntüdeki besin maddeleridir. Ama hepsinin kaynağı süttür. Süt ise, hayvanın bedeninde çıkan, birçok kimyasal maddelerin içinde bulunduğu besin maddesidir. Burada çokluk içinde Bir’lik söz konusudur. Tüm evren böyledir.
Evrende ve dünyamızda gördüğümüz tüm nesnelerin kaynağı hidrojendir, hidrojenin kaynağı, proton+ nötron; protonların ve nöronların kaynağı kuvarklardır. Kuarklar Big-Bang’tan sonra oluştuğu düşünülen en küçük parçacıktır. O halde, tüm varlığın temeli, kuarklardır.
Big-Bang kuramına göre, bugün tüm evreni oluşturan bu kadar karmaşık ve çokluk yapıdaki her şey, başlangıçta o “Bir”in, tek bir nokta kadar var bulunan tözün yani tekilliğin içindeydi.
İşte "Kırklar Cem’i", bir anlamda bu tekillik konumunun bilgeler tarafından ortaya konması ve bunun kozmik bir iletiye dönüştürülmesi ve bu kozmik dilin örtülü bir anlatımıdır. Bu bağlamda, “biz kırk kişiyiz ama hepimiz Bir’iz”, bu da vahdet anlayışıdır.
Yunus Emre, şöyle diyor:
Evvel kadim biz anda
Cem’idük can kânında
Ma’rifet âleminde
Sır sözü söyler iken … (Alptekin, age, s. 306.)
Yunus Emre, “mevcut olan her şeyin, ortaya çıkmadan önce de, canların özünde var olduğunu ve birlik ve bütünlük içinde bulunduğunu, bu bilgiyi ancak, bilinci gelişmiş topluluklarda bu gerçeği dile getirdiğini ve bu gizemli anlatımları ilettiğini belirtmektedir. Bu söylemleri her bilinç kavrayamaz. Ancak olgunlaşmış bilinçler kavrayabilir” demektedir.
Niyazi-i Mısri’nin şu dizelerine bakalım:
Kesret idi bir oldı, sûret idi sırr oldı
Zulmet idi nûr oldı, bu âyete irince
Çün cân ile bir idik, ebdân ile dağıldık
Aharki deme irdik, bu vahdete irince… (Alptekin, gge, s. 198)
Ozan, “çokluktu “Bir” oldu, beden idi sır oldu” diyerek, esasında çokluğun bir yanılsama olduğunu belirtmektedir. Burada; “Her çokluk, yeniden Bir’e dönecek” görüşü dile getirilmiştir. Bu anlamda, suret geçicidir, öz kalıcıdır, kesret geçicidir “Bir” sonsuca kalıcıdır. Ozan, aydınlanan her şey, karanlıktan kurtulur demektedir. Beden almadan, surete girmeden önce, bedeni var eden ana kaynakla bir arada bulunduğunu söyleyen ozan, bölünerek dağıldığını yani çoğaldığını belirtmektedir. Bu olgunun, insan yaşamında da gerçekleştiğini belirten ozan, aileler, zaman içinde farklı ailelere dönüşmektedirler. Ozana göre, insanlar farklı düşünceler ve görüşler içinde bulunmaktadırlar. Ama insanlar toplanıp bir araya geldiklerinde “deme girdiklerinde” yani cem olup, birlikte yiyip içtiklerinde, ayrılıklar sona ermekte ve aynı değerlerde bir araya gelmektedirler. Burada çokluk birlik, bütünlüğe dönüşmüştür. İşte bu Cem’dir.
Ozana göre, ne kadar çokluk veya ayrılık olursa olsun, sonuçta her şey, yine ana kaynakla buluşacak ve birliğe dönecektir.
Bâtıni anlamda (Biyolojik anlatım): Yarısı babada (23 Kromozom), yarısı annede (23 Kromozom) bulunan insanın, üreme hücreleri, bir araya geldiklerinde veya mayalandıklarında, yarımlar birlenir ve daha sonra üreme hücreleri süreç içinde hızla çoğalarak insan yavrusuna dönüşürler. Gelişimini tamamlayanlar dokuz ay 10 gün sonra da dünyaya gelirler. Spermle yumurtanın birleşmesinden sonra, anne rahmine yerleşen üreme hücreleri, burada 40 gün içinde geometrik olarak gelişerek, insana benzeyen embriyona (cenine) dönüşürler. Cenin, 41. Gün fetüs aşamasına geçerek temel organları oluşmuş olan ve bir insan bedeni, belirgin olarak ortaya çıkmış olur. Bu anlamda 41, aynı zaman da 1’dir. Çünkü insan bedeni, anatomik olarak, onlarca organın bir araya gelmesiyle oluşur. Böylece, birçok organ, bir bedeni, bir beden de bir kişiyi oluşturur. Bu da anne rahminde 41. gün tamamlanıyor. Kırklar Cem’i, 40 gün içinde cemlenen (bir araya gelen, toplanan, birleşen) birçok organın, insana dönüşünü simgeleyen kozmik bir iletiyi, mitolojik bir anlatımı ortaya koyan bir metafizik sunumdur.
Deme ki, kırk sayısı, üremenin, doğuşun, varoluşun simgesini de oluşturmaktadır. Kırklar Cem’i, bir yanıyla bu birleşmenin kırk içinde insana dönüştüğünü anlatan kozmik bir iletiyi de içermektedir. Bu anlmada Kırklar Cem’i, bilgelerin, insanın var oluşunun, düşsel ve mitolojik bir söylenceye büründürülerek anlatılması ve bunu, örtülü bir şekilde, inisiyasyon etmesidir.
Bu konuda Yunus Emre’ye başvuralım; Ulu ozan ve bilge Yunus, diyor ki:
Ata belinden bir zaman anasına düştü gönül
Hak’tan bize destur oldu hazineye düştü gönül
Onda beni can eyledi, et ü kemik, kan eyledi
Dört on günde değiceğiz, deprenmiye düştü gönül. (Abdülbaki Gölpınarlı; Yunus Emre; varlık Yay. 1995, s. 38)
Yunus Emre, yukarıdaki dizelerde, sanki insanın biyolojik üremesini anlatmaktadır. Yunus, erkek (babanın) belinin (mayanın-spermin) ve kadının (annenin) yumurtasıyla Hak olması yani birleşmesi sonucunda, hazineye (rahime) düştüğünü söylemektedir. Burada can bulduğunu, bedenle- ruhunun birleştiğini ve bedenleştiğini, ete, kemiğe büründüğünü ve kendisine yaşam iksiri sunan kanının varlaştığını belirtmektedir. Yunus, rahimde gelişerek insan olması için gerekli olan süreyi de “dört on gün” diyerek, kırk gün olduğunu ortaya koymuştur. Dört on, dört kere on demektir ve bu da kırk gün yapmaktadır. Yunus’un ileri görüşlülüğüne ve derin sezgisel algısına hayran olmamak elde mi?
Noksani Baba’nın şu dizelerine bakalım:
Hamdu lillah Hakk’ı gördüm, sırrı vahdet mendedir
Kandil içre, nur’e erdim, feyzi kudret mendedir. (Atalay, age, s. 32)
Noksani Baba, Hakk’ı Tanrı’yı) özünde gördüğünü ve onunla birlik içinde bulunduğunu belirtmektedir. Kendisini var eden enerjiyi, kendi içinde bulduğunu, eriştiği enerjiyle aydınlandığını ve her türlü ışığın, enerjinin kendisinde olduğunu vurgulamaktadır.
Felsefi olarak: Kırklar Cem’i, vahdet-i mevcut yani panteist bir evren algısının, mitolojik bir anlatımla bilinçlere taşınmasıdır. Buna göre, her şeyin toplamı tanrıdır. Tanrı, ağacın gövdesine, suyun damlasında, ışığın huzmesinde, üzümün çekirdeğinde, insanın en derin hücresinde, güneşin huzmesinde, yumurtanın içinde, … Kısacası her yerde, her şeyin özünde, her mekân da ve zaman da tanrı vardır. Kırklar Cem’i, doğanın ve insanın dışında ki tanrıyı, doğanın ve insanın içine taşıyan bir bilgeler sunumudur. Burada, soyutu somutlaştıran ve gizil olanı anlaşılır kılmaya çalışan bir anlatım ve tasarım söz konusudur. Kadın ve erkek bir bütündür. Karşıtlar zorunludur ve bir elmanın iki yarısı gibidir. Biri eksik, ikisi bütündür. Çokluk bir ağacın dalları gibidir. Ağaçta, kimi uzun, kimi kısa, kimi orta boyda vs dallar vardır. Ama hepsi bir gövdeye bağlıdır. Dalları, ağacın gövdesinden ayrı düşünmek yanlıştır. Bu anlamda evrende bulunan her nesne, bu ağaç örneğindeki gibi, bir oluşumun değişik görüngüleridir. Hepsi de bir kökene bağlıdır.
Yunus Emre’nin şu dizeleri bu konuyu aydınlatması açısından önmelidir.
Sabırla kanaati
Viribidim bunlara
Kırk kişi bir gömleğe
Kanaat kılan benem
Kırkından birisine
Çaldımdı neşteri
Kırkından kan akıdup
İbret gösteren benem… ( Turan Alptekin, Bir Ene’l –Hak Şiiri Yunus Emre, Aşık Yunus ve Yunuslar; Demos Yay. 2007, s.64.)
Yunus, sabrın, kanaatin, inanmanın, yeterli görmenin, azla yetinmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulayarak, Kırlar Cemi’ndeki kardeşlik, paylaşım, dayanışma vs. gibi değerleri bilinçlere çıkarmaktadır. Kırkların göstermiş olduğu o yüce davranışları benimseyen ve onları yaşamının temel değerleri olarak benimsediğini söyleyen Yunus, Kırkından birisinin acı çekmesi durumunda nasıl ki “kırk kişi” birden acı çekmişse, birisinin kolundan kan aktığında, kırkından “kan aktıysa”, burada ki Bâtıni, gizemli anlatımı anlamak ve onları yaşamın pratiğinde göstermek gerekir demektedir. Kırklar Cem’i, insanlığın kültürel hazinesinin ve insansal değerlerin metafizik bir sunumudur. Bu sunumu, gerçek dünyaya, yaşamsal pratiğe anlatmak ve verilmek istenen değerleri açıklamak ve örtülü anlatımı kaldırmak gerekir. Yunus Emre de bunu yapmaya çalışmış.
Toplumsal yönden; Kırkları Cem’i; “hepimiz bir, birimiz hepimiz” algısını öne çıkaran ve tüm insanların eşit olduğunu vurgulayan bir düşünceyi ortaya koymuştur. Bir üzüm tanesinin suyundan bir kişi içince, orada bulunan kırk kişinin aynı anda o üzüm suyunu içmiş gibi esrime olmalarını anlatan bir söylencenin, insanlığa vermek istediği ileti ortadadır. Söz konusu bu iletinin, buradaki, toplumcu algıyı bilinçlere çıkarmaktan başka bir anlamı olamaz. Bu topluluk da, bir kişinin kolunu neşterle yaralaması ve bu yaradan bir damla kan akınca, diğer kırk kişinin de kollarında bir damla kanın akması, o anda orada bulunmayan Selman-i Farisi’nin bir damla kanının da pencereden içeriye düşmesi, üzeri örtülmüş, Bâtıni bir anlatımdır. Bu anlatım, özünde, bilgelerin insana nasıl baktıklarının simgesel bir anlatımından başka bir şey değildir. Buna göre, bir insanın acısı da, sevinci de hepimizin acısı ve sevincidir. Bir insan aç ve yoksulsa, biz de aç ve yoksuluz. İnsanı insandan ayrı görmemek gerekir. Bu görüşün doğal sonucu, eşitlikçi, paylaşımcı ve dayanışmacı bir toplumsal anlayışı savunmaktır. Burada, kadın ve erkek ayrımı yoktur. Örneğin, kırklar içinde kimi yazarlara ve inanç önderlerine göre 17 kadın, 23 erkek bulunmaktaydı. Aslında, bununla “kadın ve erkek eşittir, biri yoksa diğeri eksiktir”; o halde, kadını ikinci konumda görmenin yanlış olduğunun iletisi verilmek istenmiştir.
Niyazi-i Mısri dizelerinde şunları dile getirir:
Âdetim budur ezelden, kevnde pür-şan olurum
Dirilüp cem’olup gâh(i) perişân olurum
Bu cihanın halkına bir bir yolım uğrar benim
Cem’idüb bunca kumaşı bir bezistan olurum (Turan Alptekin, Niyazi-i Mısri, Türkçe Şiirleri; Demos Yay. 2008, s. 150)
Ozan, dünyada her zaman perişan, darmadağın yaşadığını, ancak Cem olunca dirilik kazandığını ve böylece kendi özünü bulduğunu belirtmektedir. Cem’in birleştirici ve toplumcu değerleri öne çıkarıcı ve dayanışma yönünü vurgulayan ozan; perişan, yalnız, düzensiz, mazlum vs. konumda bulunan insanların, bu olumsuzluklardan kurtulmaları için Cem olmalarını yani dayanışma ve paylaşma gibi toplumsal değerleri uygulamalarını belirtmektedir. Ozana göre Cem, insanları birleştiren ve yaşamı kolaylaştıran, insanları yalnızlıktan kurtaran bir işleve sahiptir.
Yunus Emre’nin şu dizeleri de toplumsal birlikteliği ortaya koymaktadır:
Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Şer’in evliyasıysa, hakikatte asidir. (Zaman, age, 2011, s.61)
Yunus, yukarıdaki dizelerde, tüm varlığa aynı gözle bakmayan, tüm varlığı sevmeyen, tüm varlığı korumayan, tüm varlığı gerçek olarak değerlendirmeyen kişilere seslenerek, inancınızı ne kadar derin yaşasanız da, eğer gönül kırıyorsanız, bunun gerçek anlamda bir değeri yoktur diyor. Tanrı’yı sevmek, var olan her şeye sevgi beslemekle olasıdır diyen ozana göre; ibadet edipte, düşmanlık güdenler, Tanrı’yı kavrayamayanlardır. Sevgi, kendisinden başkasına da değer vermektir. Her şeyde kendisini merkez görmemektir. Bunun anlamı, kendi dışında da, gerçek bir dünyanın olduğunu kavramak demektir. Bunu kavrayamayan birisi, sevgiden uzak yaşıyor demektir. Böylesi bir insan, günün yirmi dört saatinde ibadet etse de, esasında onun bir anlamı olamaz. Çünkü inançta veya ibadette esas olan sevgidir ve var olan her şeye sevgiyle bakmaktır. Ozan bunu dile getiriyor. Çünkü sevgi yaşatır, düşmanlık bitirir. Tanrı, yaşatan, sevendir. O halde, Tanrı’yı sevmek, her şeyi sevmekle başlar.
Teolojik olarak: Kırlar Cem’i, Tanrı’yı insanla buluşturan, tanrıyı-doğayı ve insanı bir bütünlük içinde gören, bir yaratan ve yaratılanın bulunmadığını, kapalı olanla-açık olanın sürekli bir devir içinde bulunduğunu söyleyen bir kuramsal sunumdur. Ayrıca, evrenin Tanrı’dan fışkırarak bir ışık huzmesiyle varlaştığını ortaya koyan, evrenin toplamının ve temel kaynağının Tanrı olduğunu savunan, derin sezişlerle ve bilgiyle Tanrı’ya ulaşılabileceğini ve Tanrı’nın bilinebileceğini savlayan, çokluğun yanıltıcı, gelip-geçici, tekliğin sonsuzca var olduğunu ortaya koyan bir imgesel tasarımdır.
Yine Yunus Emre’ye başvuralım:
Benim edep, benim bekâ, ol Kadir-i Hak mutlaka
Yarın Hızır ola saka, anı gufran kılan benem
Et ve deri söğük ve can, ten perdelerini tutan
Kudret işim çoktur benim, hem zahir ü ayan benem (Yunus Emre, Nasreddin Hoca ve Hacı Bektaş Veli düşüncesinde Hoşgörü; Bilimsel ve Kültürel Arş. Vakfı. 1995, Nejat Birdoğan’ın yazısı, s.229)
Yunus Emre, insansal olan tüm değerleri var eden insandır; mutlak’ı-geçiciyi, değişimi-değişmezi, sonluyu-sonsuzu vs. düşünen de insandır diyor. Bağışlayan, kızan, Hızır olup yardım edenin de insan olduğunu; etten-deriden oluşup can bulan, bedenleşip nice gizemleri içinde taşıyan ve nice değerleri örtenin de insan olduğunu belirtiyor. Yunus, kendisinin bu gerçeğe ulaştığını ve zahiren yani açıkça bunu beyan ettiğini söylemektedir. Burada, Yunus’un, vahdet düşüncesini ortaya koyduğunu görmekteyiz. Yunus, bütünselliği özünde yakalamış, hiçbir şeyi kendi dışına itmemiştir. Tüm varlığı kendi özünde “cem” kılmıştır.
14.yüzyıl ozanı Nesimi;
Çün lebin câm-ı Cem oldu, neftha-i Rühu’l-Kudüs
Ey cemilim, ey cemâlim, bahr u kânım merhaba (S. Zaman YUO, age, s. 128)
Burada ozan, “dudaklarım, kadehlerle buluştu ve bana hayat veren enerjiyle bir araya geldi; kutsal ruhun üflemesi, nefesi gibi, içtiğim dem, bana can verdi. Ey güzel yüzlüm, bütün kaynağım, varlığım, özüm merhaba” demektedir. Kendisini var eden enerjiyle Cem olduğunu belirten Nesimi, yediği, içtiği, soluduğu vs. her şeyin bedeniyle Cem (bir) olduğunu ve birlendiğini, bunun sonucunda yaşam bulduğunu vurgulamaktadır.
Comments