ASİMİLASYON ve ALEVİ ÖRGÜTLENMESİ
- sulzam1956
- 19 Ağu 2024
- 17 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 28 Eyl 2024

Günümüzde olduğu gibi, tarihsel boyutuyla da bakıldığında Aleviler her zaman egemenlerce baskı görmüşler, yok sayılmışlar, hakaretlere uğramışlar, kıyımlar yaşamışlardır. Bunun nedenselliğinin ortaya konulması, sorulması gerekmektedir.
Bu sorunun yanıtı verildiğinde, bu kıyımların ve asimilasyonunun neden yaşandığı ortaya çıkmış olur.
Genel olarak söz konusu nedenler, Aleviliğin gerek teolojik gerek toplumsal ve gerekse dünyaya ve insana bakışı, hiçbir semavi inancın, hiçbir egemenin değerleriyle uyuşmayan, onların tam karşısında yer alan değerler içermesindendir.
Alevilik, değerlerini dünyadan almıştır ve bir doğa inancıdır. Oysa Semavi dinler aşkın bir tanrıyı içermektedir. Aleviliğin, egemen inançlarca (Semavi dinlerce) baskı görmesinin en büyük nedenlerinden birisi budur.
Rıza Şehri, Kâmil İnsan, Kâmil Toplum vs. gibi toplumsal ütopyası bulunan ve tüm insanlığı “kurtuluşa” taşımayı önceleyen sosyolojik görüş ve düşünceleri de sistemin egemenlerinin en büyük korkusu olmuştur. İkinci en büyük neden budur.
Ritüelleri, hiçbir Semavi Dinin ritüellerine benzememekte ve “İkrar ve Rızalık” üzerine kurulmuş ve Aleviliğin bütünsel değerlerinin ortaya konduğu Cem ve Cem’de uygulanan 12 hizmet, bu 12 hizmetin içinde “Tanrı algısı, kadın erkek eşitliği, evrenin dönüşünü simgeleyen Semah, doğanın dili olan müziği (bağlamayı) kullanması, Çerağ Uyarma ve Çerağ Sırlama (Işıktan geldik ışığa döneceğiz) gibi değerleri ortaya koyması da egemen inançlarla taban tabana zıtlık oluşturmaktadır. Önemli nedenlerden birisi de budur.
“Tanrıyla konuşmalar, Şathiyeler, cennet ve cehennem yaşadığımız dünyadadır.” Alevi bilgelerinin Aleviliğin inançsal değerlerini, nesnel dünyayla ilişkilendirmesi, özellikle aşkın bir Tanrı algısı taşıyan dinleri rahatsız etmiştir.
Bunlara katılacak daha birçok nedenler sayılabilir. Tüm bu değerlerden dolayı Alevilik ezoterik bir öğreti olarak kendisini örtmüştür.
Kısacası Alevilik, yasaklı bir kültür, örtülü bir öğreti ve felsefi bir inançtır.
Yasaklı kültürlerin en büyük özelliği, merkezden uzak yaşayarak, geçmişten inisiyasyon yoluyla, beslendikleri tüm toplumsal değerlerini bu koşullarda yaşatmayı başarabilmeleridir.
İnisiyasyon yöntemi, ezoterik (Bâtıni) toplulukların sırlanmış kozmik konumdaki değerlerini, mürşitler (bilgeler, ozanlar) tarafından üstü kapalı bir şekilde o bilgiyi taşıyacak olanlara verilmesini sağlayan bir yöntemdir. Yani, bilgi, onu taşıyacak olan ehil insanlara verilir. Bu konuda ünlü üstat Hermes’in “Her bilgi her yerde verilmez” sözü, bu yöntemi özgün bir şekilde ortaya koymaktadır.
Bir Bâtıni topluluk olan Aleviler de Anadolu’nun ıssız topraklarında kapalı köy yaşamı içinde, söz konusu değerlerini “Ocak Sistemi” ve inisiye yöntemiyle kendi geleneksel ve inançsal değerlerini yaşatmışlar ve yaşatmaya çalışmışlardır.
Ancak tarihi süreçte bu yapı içinde de Şiiliğin etkisi görülmüş ama bu koşullarda da Aleviler, göreceli olarak kadim döneminden gelen değerlere de bağlılıklarını sürdürmüşler ve Cemler de bu söz konusu değerlerini yoğun bir konumda yaşatmışlar, yaşatmaya çalışmışlardır.
Alevilik, yalnızca kapalı ortamlarda yaşayan topluluklarla değil, aynı zamanda kentlerde yaşayan Ezoterik topluluklar tarafından da yaşatılmaya çalışılmıştır. Kent koşullarında ortaya çıkan Aleviliğe Bektaşilik denmiştir.
Bektaşilik 13.yy. da yaşamış olan Hace Bektaş Veli’nin (1209-1272?) görüş ve düşüncelerine sahip çıkan ve o düşünceleri yaşatan, yaşatmaya çalışan topluluklar olarak ortaya çıkmıştır. Bektaşiliğe bir anlamda “Kent Aleviliği” dense de unutulmasın ki Ocak Sistemi’ne bağlı olan Alevilerin de Hace Bektaş’a bağlı oldukları ve O’nu ulu bir mürşit olarak gördükleri de bir gerçektir. Hace Bektaş Veli, Anadolu Alevilerinin ulu mürşididir.
Kent ortamında örgütlenen ve ortaya çıkan Bektaşilik daha çok, Tekke ve Dergâh yapısı içinde örgütlenmiş ve merkezden de etkilenerek, Babağan ve Çelebiler adı altında ikili bir yapıyla değerlerini yaşatmaya çalışmışlardır.
Babağan kolu soya dayanmazken, Çelebiler Kolu, Hace Bektaş’ın soyundan geldiklerini belirterek Hace Bektaş Dergâhında “Kutsal Aile” olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Alevilik, gnostik (bilinebilirlik), seküler, laik, kadın-erkek eşitliğini savunan, eşitlikçi- paylaşımcı, dayanışmacı… bir toplum yapısı öngören, “Rıza Şehri, Musahiplik, Güruh-u Naci” gibi toplumsal kurtuluşu önceleyen, toplumsal geleceğe dönük ütopyaları olan, aklı ve bilimi rehber olarak gören, inançsal değerlerini doğadan alan ve doğayı (dağ kültü, su kültü, ağaç kültü, güneş ve ay inancı…) kutsayan, velayet makamıyla (veliler, pirler, mürşitler) temsil edilen, “Atalar Kültü ve Eren/Evliya kültüyle” değerlerini yaşayan ve yaşatan bir felsefi inanç ve Bâtıni bir öğretidir.
Bu öğretinin doğasal diyalektiği “Tanrı-Doğa-İnsan” ve toplumsal diyalektiğiyse “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesiyle ortaya konmuştur. Hak- Muhammed-Ali üçlemesi Şiiliğin etkisiyle Aleviliğin değerleri içine sokulmuştur. Ama Alevi bilgeleri bu üçlemeyi kendi anlayışları içine bir değerlendirmeye, bir anlamlandırmaya gitmişlerdir. Bunlar tamamen simgesel bir dildir. Zaten Ezoterizm görünenin değil, özün önemli olduğunu söyler.
Doğasal diyalektikteki “Tanrı-Doğa-İnsan” üçlemesi, varlığı-oluşu ve bilinci bir bütünlük içinde görmesi, her şeyin her şeyle bağıntısının olduğunu ortaya koyması ve var bulunanların hepsinin bir olduğunu belirtmesidir. Bu anlamda evren bir bütündür ve tanrı evrenin dışında değildir. Gelişen, değişen, olan, biten hiçbir şey doğanın dışında gerçekleşemez. Bu durumda insan da bu bütünün bir parçasıdır. O halde Tanrı’yı görmek isteyenler doğaya ve insana baksınlar. Orada Tanrıyı bulacaklardır. Bilinçte doğanın dışında değildir ve insan ulaştığı bilinçle tanrısallığın ne olduğunu bilmiş ve kendisiyle tanrı arasında bir kopukluk olmadığını anlamıştır. İnsan evrenin özetidir. Dolaysıyla var bulunanların toplamı ve doğanın tüm yasaları tanrıdan başka bir şey değildir.
Toplumsal diyalektik ise, toplumun da doğanın dışında olmadığını, toplum denilen olgunun doğanın bilincini en üst aşamada taşıyan insanlardan oluştuğunu ve doğanın gerçekliği ve yasaları gibi toplumun da gerçekliğinin ve yasalarının bulunduğunu, topumdaki tüm değerlerin birbirleriyle bağıntılı olduğunu belirten bir diyalektiktir. Burada Hakk, var bulunan tüm gerçekliği içerir. Hakk, dirimsel varlıkların toplamıdır. Açığa çıkmış ve insan duyularınca algılanan ve akılla ulaşılan tüm gerçeklik Hakk’tır. Dirimsel her şey Hakk’tan oluşmuştur. Hakk, olanaklı olanın koşullar oluştuğunda olanaklı duruma gelmesidir. Olanaklı olan gizil nesnel konumundayken onu olanaklı kılan güce (tanrı), açığa çıkan, oluşan nesnelliğe ise Hakk diyoruz.
Alevi bilgeleri, var olan toplumsal değerlerin açığa çıkmasını sağlayan ve onu halka yansıtan bilince “Muhammed”, gizli, açığa çıkmamış, sırlanmış, gizlenmiş, potansiyel olanı, bilgiyi ve değerleri taşıyan bilince ise “Ali” demiştir. Aristo’nun deyimiyle söylersek, “Muhammed” “aktüellik”, “Ali” ise “potansiyelliktir.”
Alevi-Bektaşilerin Tanrı’yı doğanın içinde görmesi ve tüm evreni bir bütünlük içinde, birbirleriyle bağıntı olduğunu ortaya koyması, teolojik olarak Ortodoks inançları rahatsız etmiştir.
Alevi-Bektaşiler, eşitlikçi-paylaşımcı-dayanışmacı ve özgürleştirici bir toplumsal model öngördüklerinden dolayı savundukları bu toplumsal diyalektik nedeniyle de egemenlerin dışladığı bir topluluk olmuştur.
Tüm bu değerler bağlamında Aleviler, taşıdıkları bu değerler nedeniyle tarihsel süreç içinde egemen inançlar ve egemen sınıflarca heretik (sapkın) olarak görülmüş, horlanmış, dışlanmış, olmadık hakaretlere maruz kalmış, katliamlara uğramışlardır.
Aleviler, tarihsel süreç içerisinde, gördükleri baskılar ve uğradıkları katliamlar nedeniyle kendilerini gizlemişler, değerlerini sırlamışlar ve inisiye yöntemiyle, inanç önderleri dedelerle, bilgelerle, söz taşıyıcısı ozanlarla… sahip oldukları, savundukları, taşıdıkları değerleri günümüze kadar getirmişlerdir.
Gerek teosofik yönüyle gerek tanrı anlayışıyla gerek panteist görüşüyle gerek ritüelleriyle gerekse toplumsal görüşleriyle hiçbir Semavi inançla ortak bir yanının bulunmadığı Alevilik, her dönem yasaklı sayılmıştır. Bu bağlamda gerek Selçuklu gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet döneminde de aynı uygulamalara uğramış ve varlıkları yok sayılmış, görmezlikten gelinmiştir.
Tarihi süreç içinde, Alevi-Bektaşilerin birliktelik oluşturup, “Biz de varız” dediklerinde veya belirli bir siyasi ağırlık oluşturdukları fark edildiğinde yani varlıkları kabul edildiğinde de bu kez asimilasyoncu politikalar devreye girmiş ve Aleviliğin-Bektaşiliğin içine Şiilik ve Sünnilik değerleri etkin kılınmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda, Alevi değerleri yerine egemen inancın değerleri Aleviler içinde egemen kılınmaya çalışılmış ve bu alanda da büyük bir başarı sağlanmıştır.
Tüm bu baskıcı uygulamalara karşın Aleviler özellikle Ocak Sistemiyle değerlerini yaşatmayı başarmışlardır.
Ocak, besleyen, koruyan, taşıyan, uygulayan bir yapı taşırken, Abbasiler döneminde halife Mütevekkil (822-861) tarafından oluşturula Nakibüleşraflık (seçkin topluluk) kurumu, zamanla Selçuklu ve Osmanlı döneminde de uygulanarak, bu kurum eliyle Alevilik ve Bektaşilik Şiilik içine taşınmış ve Aleviliğin kadimden gelen değerleri unutturulmaya ve kendisi olmaktan çıkarılmaya çalışılmıştır.
Bu bağlamda Alevi değerlerinin taşınmasında ve yaşatılmasında başat rol oynayan Ocak sistemi de kendi öz değerlerinden kopmaya başlamış ve İslami değerler içinde (Ehl-i Beyt, On iki İmam, Kerbelâ, Matem Orucu, Teberra ve Tevella) Şiiliğin etkisi her süreçte daha da artmıştır.
Tüm bu baskılara direnen Aleviler, geçmişten gelen kendi öz değerlerini korumaya çalışmışlardır. Söz konusu değerlerine sahip çıkmaya çalışan Aleviler, gerek Selçuklu (Babailer 1240) ve gerekse Osmanlı döneminde (Şahkulu 1512), Şah Veli (1519), Baba Zünnun 1526), Şah Kalender 1527), Börklüce Mustafa 1415-1416), Torlak Kemal 1419), Şeyh Bedreddin 1520) gibi başkaldırılar gerçekleştirmişlerdir.
Bu başkaldırılar, özetle, Alevilerin, kendi değerlerine sahip çıkma, yoksulluğa, haksızlığa direnme, asimilasyonu durdurma gibi nedenlerle söz konusu yaşanmıştır.
Söz konusu başkaldırı sonrasında yenilgiyle çıkan Aleviler birçok haksızlığa, katliamlara vs. uğramışlardır. Bu nedenle de bazen zorunlu (devlet tarafından) olarak, farklı bölgelere ve yerlere gönderilmiş ve bu yöntemle aileler darmadağın edilmiş ve güçlü aile bağları koparılmış; bazen de aileler, merkezden korunma amacıyla değişik bölgelere göç etmişler; böylece Alevilerin birlik ve bütünlüğü bozulmuş ve kendi öz değerlerinden kopmuşlardır.
Buna karşın süreç içinde Aleviler belirli bölgelerde, (Dersim, Divriği, Erzincan, Antalya vs. gibi kentlerde) nüfus yoğunluğu oluşturmuşlardır. Söz konusu yerleşim alanlarında Tekkeler, Dergahlar ve Ocaklar etrafında bir araya gelen Alevi-Bektaşiler, göreceli olarak bulundukları yerlerde Alevi değerlerini bu kurumlar içinde yaşatmaya çalışmışlardır. Ama Osmanlı yönetimi hiçbir zaman Alevilerin ve Bektaşilerin örgütlenmesine izin vermemiştir.
Osmanlı döneminde söz konusu tekkeler, dergahlar ve Alevi-Bektaşi kurumları kapatılmış, Bektaşi Tekkeleri ve Dergahlarına Nakşibendi Tarikatının liderleri atanmış ve Bektaşilikte Şiiliğin ve İslami değerlerin öne çıkması sağlanmıştır.
Öyle ki, Bektaşilik “tarikat” konumuna getirilmiş ve böylece İslami terminolojiyle Şiiliğin içine taşınmıştır.
Buna karşın birçok Bektaşi ozanı ve bilgesi, “sırladıkları, üstünü örttükleri bilgilerle” kendi değerlerini yaşatmayı başarmışlardır. Birçok “Tekke ve Dergâh ozanı”, dizelerinde Alevi-Bektaşi değerlerini üstünü örterek geleceğe aktarabilmiştir.
Cumhuriyet döneminde de Selçuklularda, Osmanlıda olduğu gibi, Alevilere dönük asimilasyoncu politikalar hız kesmemiş, baskılar ve katliamlar sürmüştür.
Dolaysıyla tüm bu gerçeklik içinde Alevi-Bektaşilerin yeniden bir örgütlenme biçimi geliştirmeleri gerekmektedir.
Gerçekleştirilecek olan örgütlenmede Alevi değerlerinin öne çıkarılması en temel anlayış olmalıdır.
Egemenleri en çok korkutan Aleviliğin toplumcu düşünceleri ve görüşleridir. Çünkü Aleviliğin toplumcu düşüncesinin en temel yanı “insanı ve bu bağlamda sevgiyi temel almasıdır.” Bunun günümüzdeki karşılığı, evrensel anlamda insan hakları, demokratik ve laik bir yönetim talebidir.
Alevilik değerleri bilgeler tarafından oluşturulmuş olan bir aydınlık yoldur. Zaten kendilerini kadim döneminden, günümüzden 500-600 yıl öncesine kadar “Işık İnsanları” olarak tanımlamışlardır. “Osmanlı’nın Şeyhülislamı Ebusuud’un fetvalarında “Işık Taifesi” olarak anılmışlardır. (Baki Öz, Alevilikle İlgili Osmanlı Belgeleri 1995.)
Mısırlı Bilge Hermes “Nur her yerde, her kayada ve her taşta vardır. Her şey geçicidir, nur kalıcı ve sonsuzdur” derken, her şeyin ışıktan yani nurdan oluştuğunu belirtmiştir.
Işık, enerjinin görünür yanıdır. Bir anlamda enerjidir. Doğada var bulunan her şey, ışığın tayflarının duyu organlarımıza yansımasıyla algılanır. Işık, enerjinin dalga boylarının görünür konumda olmasıdır. Dolaysıyla insan beyni, ışık olmadan hiçbir nesneyi göremez. Bir şey varlaştığında ışıkla belirgin konuma gelir.
Big-Bang (Büyük Patlama) da evren büyük bir ışık olarak açığa çıkmıştır. Büyük bilge Hermes’in dediği gibi, eğer kaya, taş, her şey ışıksa, ışıktan geliyorsa, insan da ışıktan gelmiştir. Çünkü ışık enerjiden başka bir şey değildir. Evrende bulunan her şey “enerjidir”.
Alevi bilgelerinin var oluşu “ışıkla” açıklaması, günümüz biliminin ortaya koyduğu Big-Bang ’la ne kadar uyumlu olduğu gözükmektedir.
Aleviler tarihi süreç içinde Kızılbaş olarak da anılmışlardır. Kızılbaş, ismini kırımızı renginden almıştır. Başlarına kırımızı renkli başlıklar taktıkları veya kırımızı renkli giysiler giyindikleri ve kuşak kuşandıkları için bu isimle anılmışlardır. Şunu belirtelim ki, kırmızı renk, dünyada ki tüm “Bâtıni” toplulukların simgesi olmuştur. Bunun nedeni Kırmızı rengin özgürlüğün sembolü olmasındandır. Çünkü ışık uzaklaştıkça dalga boyunun uzamasıyla kırımızı renk oluşur. Uzaklaşma bir anlamda merkezden ıraklaşmadır. Bu da toplumsal algı olarak “özgürlüğü” çağrıştırır. Aleviler de Ortodoks inançlardan ve merkezi yönetimlerden uzak yaşamayı yeğlemişlerdir. Düşünce dünyaları ve inançsal değerleri Ortodoks inançlarla uyuşmadığı, toplumsal görüşleri egemenlere karşı bir duruş içerdiği için merkezden uzak yaşamayı seçmişlerdir. Merkezin ve vahiyli dinlerin baskısından kurtulmak için de bu yolu seçmişlerdir. Bu nedenle de baskılara karşı bir duruşu, bir anlamda özgürlüğü savundukları için de “kırmızı” rengi simge olarak kullanmışlardır.
Tarihsel boyutuyla “Işık İnsanları”, “Rafızi”, “Kızılbaş” olarak anılan Anadolu’nun Batıni topluluğu, yaklaşık 150- 200 yıl öncesinden bugüne kadar da Alevi olarak tanınmışlardır.
ETİMOLOJİK OLARAK ALEVİ SÖZCÜĞÜ
Alevi sözcüğünün etimolojisi konusunda ki tartışmalar gün geçtikçe daha da alevlenmektedir. Kimisine göre Alevilik “Ali” yanlısı veya Hz. Ali’ye bağlılık anlamındadır. Kimisine göre Farsça “Işık” anlamına gelen “Alev’den”, Erdoğan Çınar’a göreyse kendilerine “Işık İnsanları” diyen Luviler’den gelmektedir. Bu konu daha uzun bir süre tartışılmaya devam edecektir.
Şu bir gerçek ki, bir sözcüğün, bir kavramın özünü, temelini anlamak istiyorsak o sözcüğün veya kavramın kökenine inmek gerekir. Bu anlamda;
Alevi kavramının etimolojisi hangi sözcükten oluşmuştur, buna bakalım.
Alevi sözcüğünün ilk hecesi “Al” sözcüğüdür. “Al” sözcüğü, “El”, “İl” sözcüklerini de içerir.
Peki, “Al” yani “El” sözcüğü ne anlama gelmektedir?
“Al” sözcüğü, Sümer metinlerinde “ateş ruhunun adı “Al” veya “Alu” biçiminde okunurdu.” (Gürdal Aksoy’dan aktaran; Faik Bulut, Ali’siz Alevilik, s.480).” Anadolu’da da “al” denildiğin de “ateş” anlaşılır. Örneğin: Al-ev (ateşin çıktığı kaynak) anlamındadır.
“El”, sözcüğü, Fenikelilerin “en büyük tanrılarının adıydı. Zamanla “El”, bütün Ortadoğu’da genel tanrılık oldu. “İl” sözcüğü de Semitik dillerde aynı anlama gelir. Örneğin: Babil, (Bab-İl) sözcüklerinden oluşur ve “Allah’ın Kapısı”, yine İsra-İl sözcüğü “Allah’la uğraşan” vs. anlamlarına gelir. “(Şükrü Günbulut, Ortadoğu Din Kültürü; Kaynak Yay.1996, s. 123). Bu alıntıdan da anlaşılacağı gibi, El, İl ve Al sözcükleri “en büyük”, “en güçlü” anlamlarında kullanılmıştır.
Bu anlamda Al-i sözcüğü de “en büyüğe ait, en uluya ilişkin” anlamlarına gelmektedir. Örneğin Azra-il, İsraf-il, Cebra-il vs. sözcüklerinde de “İl” sözcüğü “büyük, güçlü, ulu” vs. anlamlarında kullanılmıştır.
Bu açıklamalardan sonra Aleviliğin ilk hecesinin de “Al” sözcüğünden oluştuğunu görmekteyiz. Zamanla bu sözcüğün Arapçaya geçtiğini ve Al-i sözcüğünün de aynı kökenden geldiğini anlıyoruz.
Bu sözcükten hareketle, Alevi kavramının da “Al’dan geldiğini ve bunun da “en büyüğe”, “en uluya” ait olan, “varlığını ana kaynaktan alan” vs. gibi, anlamlar içerdiğini söyleyebiliriz.
Arapçada, Al-i sözcüğü de “en büyük, en ulu” vs. gibi anlamlar içermektedir.
Yeniden konumuza dönersek, Alevi kavramının kökenini oluşturan ilk hecenin “Al” dan geldiğini açıkça görmekteyiz.
Ayrıca biliyoruz ki, Türkçe, yazıldığı gibi okunan ve söylendiği gibi yazılan bir dildir. Bu durumda ilk heceye uygun olarak alacağı ek heceler de ilk heceye uygun olması gerekir. Bu anlamda Türkçe ’de, “Al” sözcüğüne “i” harfi gelerek “Ali” sözcüğü ortaya çıkmakta ve bu sözcük Türkçe ’ye uygun düşmektedir. Ama “Ali” ye “vi” eki uygun düşmemekte yani “Alivi” diye bir sözcük bulunmamaktadır ve zaten bu ek ilk heceye de uygun değildir. Eğer “Ali” sözcüğüne bir ek gelecekse bu ek “vi” eki olamaz. Bu ek olsa olsa “ci” eki olabilir. Bu durumda “Alici” sözcüğü ortaya çıkmış olur. Oysa Anadolu’da “Alici” değil “Alevi” olarak isimlendirilmiş bir topluluk vardır. Dolaysıyla Alevi kavramının, Ali’den çok, Alevden gelmiş olabileceği akla uygun düşmektedir.
Çünkü Aleviliğe “Alicilik” denmediği de bir gerçektir.
Bu anlamda Alevilik kavramının, etimolojik olarak “Al’dan, İl’den, El’ den” doğmuş olması büyük bir olasılıktır.
Türkçe de Alev, “yansıyan ışıktır”. Bir ateşten çıkan parlaklıktır. Kendilerine “Işık İnsanları” diyen bir topluluğun, “Alev’e” “i” eki takarak Alevi kavramını oluşturduklarını düşünmek akla çok daha uygun düşmektedir. Çünkü “i”, aidiyet belirten bir sözcüktür.
Bu gerçeklik, Aleviliği Ali’den uzaklaştırmaz.
Çünkü gerek realite ve gerekse Alevi değerleri bize “Ali’siz Aleviliğin” söz konusu olamayacağını ortaya koymaktadır.
Tabii ki, burada Alevi bilgelerinin, Ali’ye yüklediği anlam önemlidir. Çünkü Alevilik Batıni algıdır ve Bâtınilikte her kavramların, bilinen, genel geçer kabul edilmiş olan anlamlarının çok ötesinde, içrek, derin vs. anlamları bulunur.
Esasında Alevilikte önemli olan da bâtıni anlamdır. Bu bakımdan, Ali kavramı da Alevilik de çok farklı değerler ve anlamlar içerir ve derin anlamlar taşır.
En genel anlamda Ali, “Var edici, koruyucu, besleyici ve taşıyıcı” kutsal bir bedendir. Ezoterik öğretide kutsal bedenler (Gizli ve kozmik değerdeki bilgileri) taşıyıcı ve koruyucu bedenlerdir.
Bu gerçeklik bağlamında, Aleviliği Hz. Ali yanlısı olarak tanımlamak ve tarihi bir süreçle sınırlandırmak, O’nun tarihsel boyutunu kısıtlamak, binlerce tarihi belleğini yok saymak olur.
Oysa Alevilik bugüne kadar oluşan tüm insanlık (İnsanın insanlaşmasının) değerlerini “ortak belleğidir.” Bu belleği İslami değerlere indirgeyerek geçmişi silmek, Aleviliğe yapılacak olan en büyük asimilasyon olmaktadır.
ASİMİLASYON
Alevilik bir yolsa, doğal ki, bu yolun kuralları vardır. O halde bu kurallara uymak gereklidir.
Her şeyden önce bu yolun felsefesi, ritüelleri ve kendine özgü değerleri bulunmaktadır. Bu felsefeye sahip çıkmak, ritüellerde gerçekleştirilen kutsal değerlerin ve yapılan on iki hizmetin anlamlarını açıklamak ve Aleviliği Alevilik yapan değerlerini yaşatmak her Alevinin en temel anlayışı ve görevi olmalıdır.
Asimilasyon, kendisi merkezde olan, çoğunluk konumunda bulunan ve egemenlik kurmuş bulunan dinsel, siyasal, ekonomik anlamda güçlü olanın, azınlık olanı kendi değerlerine kabul ettirmesidir.
Asimilasyon, tarihsel boyutuyla sürekli yaşanmış ve özellikle egemen olanın kendi değerlerini gerek zoraki ve gerekse kültürel aktarım yoluyla ve gerekse de güçsüz olanın güçlüye benzeme yoluyla yaşanmıştır.
Asimilasyon kanser hücresi gibidir. Nasıl ki kanser hücresi, normal hücreyi kopyalayıp hızla çoğalarak normal hücrenin işlevini bozuyorsa, asimilasyonda buna benzer.
Asimilasyonda da egemen olanın değerleri, kendi değerlerinden beslenen ve kendisini yaşatan bir topluluğun içine girdiğinde söz konusu topluluğun değerlerini bozarak, o değerleri etkisiz kılarak, içini boşaltarak o topluluğu kendi gerçekliğinden koparır.
Bu bağlamda en az 10-15 bin yıllık bir tarihi kalıt üzerine kurulmuş olan ve 15 bin yıllık insanlığın ortak belleği konumunda bulunan Alevilik de tarihsel olarak asimilasyonlara uğramış ve egemen inançlar tarafından tarihi belleği unutturulmaya ve tarihsel bağı koparılmaya çalışılmıştır.
Geçmişte “Işık İnsanları”, “Kızılbaş”, “Rafızi” adıyla anılan ve kimi zaman egemenlerce “sapkın” olarak görülen ve özellikle de 1850’lerden sonra da Alevilik olarak tanımlanan Anadolu’nun ezoterik topluluğu gerek Selçuklu gerek Osmanlı ve gerekse Cumhuriyet döneminde sürekli baskı altında tutulmuş, dışlanmış ve asimilasyona uğramıştır. Örneğin: Osmanlı’da Ebusuud’un Fetvalarında “Işık Taifesi” olarak sözü edilen topluluklar Kızılbaşlardı.
Söz konusu fetvalarda “Işık Taifesinin” cezalandırılması istenmişti. Bu fetvalar sonucunda o dönemde (16. Yy) büyük kıyımlar ve göçler yaşandı. Kızılbaşlar merkezden uzaklaşarak dağların, tepelerin eteklerine yerleştiler.
Aleviliğin, kadimden bu yana bilgeleri tarafından taşınarak getirdiği kendisine uygun yolu, hakkı, hukuku, inançsal öğeleri ve felsefesi bulunmaktadır. Söz konusu Aleviliğin bu değerlerini devlet tanımamakta veya kendi belirlediği kurallar içinde davranılmasını istemekte ve buna zorlamaktadır. Çünkü devlet ve egemen inanç Aleviliğin değerlerini tanımamakta ve Aleviliği kendi değerlerine uyumlamaya çalışmaktadır. Tarihsel olarak da bu baskı ve asimilasyon sürmüştür.
Çünkü Alevilik, taşıdığı değerler nedeniyle egemenleri her zaman ürkütmüş ve bu nedenle Aleviler baskıya ve kıyıma uğramışlardır. Bu bağlamda asimilasyon her dönemde uygulanır olmuştur.
Cumhuriyet döneminde devletin herkesi “İslam” olarak görmesi ve bu tekçi bakışın egemen olması en çok da Alevileri etkilemiş ve Bâtıni bir topluluk olan Aleviler bu politikalar sonucunda kıyımlara uğramıştır. Alevi çocuklarına zorla “din dersine” alınmış ve Sünnilik öğretilmiştir. AHİM kararları yok sayılmış ve Alevilerin hiçbir hak talebi kabul edilmemiştir. Ramazan’da oruç tutmadıkları için Alevi çocukları, gençleri hor görülmüşler ve sokakta saldırıya uğramışlardır. Alevi köylerine camiler yapılmış ve söz konusu Alevi köylerine doğru dürüst (yol, su gibi) yatırımlar getirilmemiştir. Daha da önemlisi Aleviler devletin üst yönetimlerine getirilmemiştir.
1980 öncesinde Dersim, Maraş, Çorum, Sivas, vs. gibi, büyük katliamlara uğrayan Aleviler, bulundukları kentleri terk etmek zorunda kalmışlar ve büyük şehirlerin kenar semtlerine göç etmişlerdir.
1980 darbesinden en çok Aleviler etkilenmiştir. Türk-İslamcı anlayış devletin yönetimine egemen olmuş ve tüm topluma “dinsel ve feodal” değerler adeta dayatılmıştır. Bu asimilasyon sonucunda Alevi çocuklarına zorla Sünni inacın ritüelleri uygulatılmıştır.
02 Temmuz 1993 yılında Madımak ’ta ülkenin aydınları, Alevi ozanları, sanatçıları yakılarak katledilmişlerdir.
Alevi katliamlarının sanıkları hiçbir zaman adil bir şekilde yargılanmamışlardır.
Son dönem hükümet uygulamalarıyla Alevilere dönük ikiyüzlü bir politika uygulayarak, bir yandan “Alevi-Açılımı” adı altında girişimler başlatmıştır. Bu açılımların esas amacının Alevileri asimilasyona uğratmak olduğu kısa sürede anlaşılmıştır. Bir anlamda “Alevi Açılımı” Alevi saçılımına hizmet etmiştir. Cami-Cemevi projesi de asimiasyona hizmet etmiş, ancak gelen tepkiler sonucunda bu proje gerçekleşememiştir.
ÇEDEŞ projesi de ülkenin eğitim sistemini “dini” değerlerle buluşturmak ve böylece kendi değerlerine yabancılaştırmak gibi bir amacı içermektedir. Eğitimde Diyaneti etkin kılmak ve tüm eğitim alanlarını, okulları “İmam hatipleştirmektir.”
Geçmişte de olduğu gibi, bu yıl yapılan Hacı Bektaş Veli’yi anma etkinliklerinde, devletin güdümünde kurulmuş olan ve Kültür Bakanlığı’na bağlı “Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı”, alternatif kutlama adıyla bu etkinlikte yer almıştır. Alevilikle hiçbir ilgisi olmayan ve alevi değerlerine ters düşen bu kurum, Aleviliği dejenere etmek ve devletin güdümüne sokmak için kurulmuştur. Bu asimilasyona karşı durmak ve bu oyunu bozmak Alevi kurumlarının, aydınlarının en başat görevi olmalıdır. Ama kurumlar bunu yaparken kullandıkları dil de önemlidir. İslami terimler kullanılarak yapılacak olan her karşı duruş sonuçta Aleviliğe değil, asimilasyona hizmet eder. Bu bağlamda yalnızca “Hak-Muhammed-Ali” üçlemesini kullanıp, “Tanrı-Doğa-İnsan” üçlemesini dile getirmemek ve “Hak-Muhammed-Ali”nin hangi anlamlar taşıdığını yansıtmadan yapılan her türlü açıklama asimilasyona hizmet eder.
Aleviler açısından asimilasyon, Şiilik veya Sünnilik değerlerini ve inanç öğelerini Aleviliğin değerleri içine sokarak Alevi değerlerinin bozulmasıdır.
Dolayısıyla Aleviler her şeyden önce kendi değerlerini sahiplenmeli ve her türlü yozlaştırıcı ve benzeştirici girişimlere karşı çıkmalıdır.
Aleviliğe karşı yapılan tüm bu olumsuzluklara karşı, Alevilerin bilinçli olması, ortak bir dil kullanması ve Aleviliğin binlerce yıldan bu yana gelen değerlerine sahip çıkmak gereklidir.
Bunun için de birlik ve bütünlüğü sağlayacak bir örgütlenme gerçekleştirilmelidir.
ÖRGÜTLENME
Örğütlenme, bir amaç için bir araya gelme, ortak değerlerde buluşma, aklın, bilimin öncülüğünde, çağın ruhuna uygun olarak organize olmaktır.
Bu bağlamda bugün yaşanılan dirimsel gerçeklik içinde Alevilerin büyük bir kaos yaşadıklarını gözlemlemekteyiz.
Bu yolun değerleri, on binlerce yıldan bu yana oluşmuş olan Bâtıni Algıdan, deneyimlerden, yaşanılan dirimsel gerçeklikten ve bilgelerin derin sezgin görüşlerinden oluşmuştur. Bu değerlere sahip çıkmamak, yola uygun davranmamakla eş değerdir. Bilgelerimiz “Yol cümleden uludur” derken tam da bunu söylemek istemişlerdir.
Örgütlenme, siyasal, kültürel, inançsal bağlamında oluşmalı ve tüm bunlar bir bütünlük içinde birbiriyle bağıntılı ve yatay bir şekilde olmalıdır.
Alevilik, bilgelerin oluşturduğu değerlerle geçmişten günümüze taşıyıcı bedenlere günümüze kadar getirilmiştir. Burada bilgelerin, aydınların katkısı çok önemlidir. O halde Alevi Aydınları da kendi içinde bir düşünce akışı oluşturmalı, geçmişe yolculuk yaparak Aleviliğin gerçek değerlerini ortaya çıkaracak araştırmaları yapmalıdır. Bu konuda Cem Evleri veya Alevi kurumları aydınların, akademisyenlerin, yazarların araştırma yapmaları için gerekli koşulları yaratmaları gereklidir. Aydını, yazarı, araştırmacısı olmayan bir topluluk, kendi gerçekliğine ulaşamaz ve öğreti, inanç vs. kör-topal olur.
Alevilik her şeyden önce peygamberli bir inanç değildir. Alevilik doğaya tapımdır ve doğa ile kendisi arasında bir aracı koymaz.
Alevilik vahiyli bir inanç değildir. Bütün değerlerini doğanın dilini çözerek velayet ehli insanların oluşturduğu değerler toplamıdır.
Aleviler, geçmişte, merkezden uzak alanlarda kendi içsel örgütlenmesini dışarıya kapalı olarak gerçekleştirmiştir. Değerlerini bu koşullarda yaşatabilmiştir. Ama, özellikle 1950’li yıllardan sonra büyük kentlerin gettolarına yoğun bir göç gerçekleştirmişlerdir.
Burada büyük bir boşluk yaşayan Aleviler, kendi değerlerini yaşatabilecek kurumlardan uzak kalmışlardır. Özelikle 1950- 1990 yılları arasında bir bocalama dönemi geçirmişlerdir. 2 Temmuz 1993 Sivas Kıyımı ’ndan sonra özellikle Avrupa’da yoğun bir Alevi Örgütlenmesi gerçekleşmiş ve bu bilinç ülkede yaşayan Alevileri de hareketlendirmiş ve birçok Cem Evi ve kurum ortaya çıkmıştır.
1990 sonrası aleviler
-Dergahlar (Hace Bektaş, Şahkulu, Karacaahmet, Hüseyin Gazi, Abdal Musa, Sücaeddin, Garip Dede, Erikli Baba, Karaağaç, vs.)
-Cem Evleri açarak; (Hemen hemen birçok ilde, ilçede vs. Cem Evleri kurulmuştur.)
-Dernekleşerek; (Pir Sultan Abdal Kültür Derneği; Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği, Hacı Bektaş-ı Veli Kültür ve Turizm Derneği vs.)
-Vakıflar (Cem Vakfı, Garip Dede, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, vs) kurarak vs. önemli bir örgütlenme sağlamışlardır.
Ayrıca Federasyon olarak da (AABK Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu, Alevi Bektaşi Federasyonu, Alevi Vakıfları Federasyonu) vs.
Bu süre içinde Aleviler kendi kimliklerine sahip çıkmaya ve “bu ülkede bizde varız, bizim de değerlerimiz ve ritüellerimiz bulunmaktadır” sözünü söylemeye ve güçlerini birleştirmeye başladılar.
Avrupa’da ve ülkemizde Alevi TV’leri (Yol TV, Düzgün TV, Can TV, gibi televizyonlar ve Barış, Yön, Mozaik, Yaşam vs. gibi radyolar kuruldu. TV’lerde ve radyolarda Alevi müziği, yasaklanmış ozanların kasetleri, deyişleri, nefesleri söylenir ve dinlenir oldu. Bu yayın araçlarıyla Alevi aydınları Alevilik konusunda söyleşilerde bulundu, konuk olarak katıldı ve bu süreç çok önemli bir birliktelik ve bütünlük sağladı.
Kentlerde yalnızlaşan Aleviler, dergahlara, cem evlerine, derneklere giderek yalnızlık duygusunu aştılar. Kentlerin ücra köşelerinde yalnız olmadıklarının farkına vardırlar ve güçlendiler.
Bunu gören egemenler ve devlet, bu kez Aleviliği içten asile etmenin yöntemini geliştirdi ve “Ali’yi sevmek Alevilikse ben de Aleviyim” söylemiyle, Aleviliği İslami terminoloji yerleştirdi ve “Alevilik İslam’ın Özüdür” söylemi birçok alevi dedesinin, yazarının ve birçok Alevinin en temel argümanı olarak ortaya çıktı. Oysa Aleviliğin hiçbir semavi dinle teolojik bir bağı yoktu. Ritüel boyutuyla bile bu çok belirgin olmasına karşın bu gerçeklik ters yüz edildi.
Cem evleri çoğaldıkça Cem evi enflasyonu yaşandı ve her enflasyon gibi, cem evlerinin de değeri düşmeye başladı. Cem evlerinde Hz. Ali’nin ve kutsal kimlikli eren/evliyaların olağanüstü (gerçek olmayan) davranışları, gerçekmiş gibi söylenmeye ve hurafeler anlatılamaya başlayınca, Kuantum dönemi gençleri Cem evlerine gelmez oldular. Akıl ve Bilimi önceleyen “Bilimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyen Hünkar’ın öğüdü, unutulup, akıl dışı söylemler anlatılır olunca, gençler Alevi kurumlarından uzaklaşır olmuşlardır.
Devlet tarafından desteklenip kurulan Cem Evleri de Şii ve Sünni değerleri Alevilik olarak sundular ve bu işlevlerini sürdürmektedirler. Bu bağlamda en son Kültür Bakanlığı’na bağlanarak kurulan Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı, Aleviliği yalnızca “kültür (folklor) üzerinden tanımlamaya ve Türkçü bir yapıyla açıklamaya çalışmıştır ve bu işlevini devam ettirmektedir.
Özellikle son dönemlerde Alevilik, hemen her alanda, özellikle sosyal medyada çokça tartışılmış ve bu tartışmalarda herkesin bu konuda kafalarının karışık olduğu ortaya çıkmıştır. Her kurum kendine göre bir Alevilik tanımlamaya ve Aleviliğin bütüncül algısı yerine, parça parça ederek, her biri bir parçasından tutarak Aleviliği kendince bir yere oturtmaya çalışmışlardır. Oysa Alevilik kendisini var kılan tüm değerlerin toplamıdır. Bu bağlamda Aleviliğin tarihi, felsefesi, Bâtıni algısı, öğretisi, ritüelleri, inançsal değerleri, kültürel öğeleri, teolojisi veya teosofik yönü vs. vardır ve Alevilik bunların toplamıdır.
Kimi sol düşünceye sahip olanlar da Aleviliği tek başına bir inanç olarak değerlendirip, onu bu yönüyle “gerici” görmesi de tam bir ironi olsa gerek.
Tüm bu olgular Aleviliği çok yönlü asimilasyona uğratmakta ve bu bağlamda en büyük asimilasyonu ne yazınki Alevilerin kendisi yapmaktadır.
NASIL ÖRGÜTLENMELİ VE YAPMALI
Bu sorunun yanıtı kendi içinde gizlidir.
Aleviler, siyasal, kültürel, inançsal ve çağdaş değerleri içeren bir yapıda örgütlenmelidir.
Alevlerin siyasal duruşu tarihsel boyutuyla da baktığımızda, her zaman baskı görenlerden, üretenlerden, ezilenlerden yana olmuştur. Aleviler her zaman yoksulluğa, baskılara, sömürüye… karşı çıkmışlar ve daima üretimden, adil paylaşımdan, adaletten ve insani değerlerden yana olmuşlardır.
Aleviler, kültürel olarak doğanın diline uygun yaşamışlar ve ritüellerinde bunu uygulamışlardır.
Alevilerin inancının kaynağı doğadır ve yaşadığı nesnel gerçekliktir. Aşkın bir tanrı anlayışını ret eder ve panteist bir anlayışla doğayı ve “Tanrı’yı algılar.
Aleviler har zaman çağa uygun yaşamıştır ve çağdaş değerlerle barışık olmuştur.
Dolayısıyla Aleviler bu değerlere bağlı olacak şekilde bir örgütlenme gerçekleştirmelidir.
Her şeyden önce Aleviler, kendi değerleriyle buluşmalı ve bunu sağlayacak bir yapıya yönelmelidir. Bu bağlamda alevi kurumları birer okul haline getirilmeli ve Alevilere, Aleviliğin bütünsel değerleri verilmelidir.
Geçmişten gelen süreç ilke edinilerek her bilgi, ancak o bilgiyi alabilecek olanlara verilmeli ve “Dört Kapı Kırk Makam” ın içerdiği değerler kişilerin algılarına ve bilgi seviyelerine göre anlatılmalıdır.
Rızalık ve ıkrar üzerine kurulan bu kadim yol, yine bu ilkeye uygun olmalı ve bu da güncellenmelidir. Kent ortamında herkes birbirini tanımamaktadır. Dolaysıyla bu konuda da yeni bir anlayış getirilmelidir.
Soya dayalı “kandaş” yapılanma, Aleviliğin doğasına uygun değildir. Bu da güncellenmeli ve bu yolun değerlerini yaşatacak, bilgisiyle, görgüsüyle, bilgeliyle bu yola hizmet verecek olanların yolun sürdürücüleri olarak kabul etmek gerekmektedir.
Yolun inanç önderleri olan Dedeler, (özellikle genç dedeler), bilimle, felsefeyle, Bâtıni Algıya vs. donatılmalı ve inancı besleyen bu değerlerin de dedeler tarafından dile getirilmesi sağlanmalıdır.
Aleviler kendilerini güncellemeli ve yeni bir örgütlenme modeli geliştirmelidir. Her şeyden önce bilim ve felsefe öncel olmalı ve inanç akıl süzgecinden geçirilmelidir. Çünkü Aleviliğin bir inanç boyutu vardır. Bir felsefi inanç olan Alevilik, inancı akla taşır. Akla uymayanı eler. Bu nedenle akılla, bilimle, felsefeyle uyuşmayan her inanç ve söylem dışlanmalı ve Aleviliğin değerleri arasından arındırılmalıdır.
Aydın örgütlenmesi sağlanmalı ve akademik bir dil de geliştirilmelidir. Aydınların, araştırmacı yazarların geçmişe, tarihe yolculuk yaparak, Aleviliği, tarihin arka belleğiyle buluşturması gerçekleştirilmeli, bu bağ yeniden kurulmalıdır.
Aleviler, demokratik kitle örgütleriyle buluşmalı ve kurumsal yapısını bu bağı kurarak ülkenin demokrasisinin gelişmesine de katkı sunmalıdır.
Kurumlarımızın yapısı demokratikleşmesi gereklidir. Bugün kurumlarımızın birçoğunun yöneticileri, kurumları siyasi yönden yükselmenin bir aracı olarak kullanmakta ve 15, 20 yıl kurum yöneticileri bulunmaktadır. Bu durum Alevi öğretisine uygun değildir. Öncelikle kurum yöneticilerimiz kendilerini demokratik kültürle buluşturmalıdır.
Günümüzde “Ocak Sistemi” nin yeniden kurulmasının ve hiyerarşik yapısını sürdürmesinin olanağı kalmamıştır. Bu anlamda her kurum bir “Ocak” görevi görmeli ve hiyerarşik yapı yerini demokratik örgütlenmeye bırakmalıdır.
Kurumların birlikteliğini sağlayan bir üst meclis kurulmalı ve bu meclis Aleviliği oluşturan temel değerleri ortaya çıkarmalı ve o değerleri yazılı bir hale getirerek tüm kurumlara göndermelidir. Bu anlamda “sözel kültür” yerini “yazılı kültüre” bırakmalıdır.
Sistemin var kılmaya çalıştığı sisteme bağlı örgütlenmeye karşı çıkılmalı ve Alevilerin kendilerinin oluşturduğu bir yapıyı oluşturulmalıdır.
Bir eğitim programı hazırlanarak, hiyerarşik bir eğitim sistemiyle Alevilik Dersleri, verilmeli ve her kurum bu müfredata uygun olarak bir eğitim seferberliği başlatmalıdır.
Zamanın ruhunu yakalamış olan, yapay zekanın bulunduğu bir çağda, bilime ve bilimsel değerleri önemseyen bir yapı oluşturulmalı ve gençler bu değerlerle buluşturulmalıdır.
Комментарии