RIZA ŞEHRİ (1)
- sulzam1956
- 4 Oca
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 23 Oca

RIZA KENTİ (ŞEHRİ)
İnsan toplumsal bir varlıktır ve dolayısıyla tüm davranışlarında toplumsal bilinçle hareket eder.
Toplumsal bilinç, toplumda oluşan değerler sistemiyle ve dış dünyanın dirimsel olay ve olgularıyla varlaşır. Bu bağlamda insanı insan yapan, onun toplumsal bilincidir.
Toplumsal yaşamda, değerler oluşurken, üretim ilişkileri, üretim biçimleri ve özellikle mülkiyet çok belirleyicidir.
Mülkiyet, sahip olmaktır, aidiyettir.
Bir nesnenin veya nesnelerin bir bireye, bir guruba, bir devlete veya topluluğa ait olmasıdır. Bu aidiyet yapısı içinde, bir özneye ait olanın, bir başka özne tarafından kullanılamaması veya rızalık içinde kullanması toplumsal gerçekliğin ve dirimselligin en temel belirleyenidir. “Bu bana ait, bu benim, benden başkası bunu kullanamaz” ilkesi, toplumsal ilişkilerde de çok geçerlidir. Üretim ilişkileri ve mülkiyet sorunu, toplumsal yaşamda hemen tüm olayların ve olguların temel nedenidirler. Dünyada yaşanan ve yaşanmış olan, tüm savaşların, kıtlıkların, açlığın, yoksulluğun, yoksunluğun, düşmanlığın vs en itici nedeni mülkiyet ilişkileridir.
Mülkiyet, tarım çağının başlamasıyla ortaya çıkmış ve günümüze kadar çok daha etkin bir konuma gelmiştir. Özellikle özel mülkiyet, her zaman ve her süreçte insanlığa büyük sorunlar yaşatmıştır. Bugün dünyada küçük bir azınlık, var olan kaynakların büyük bir çoğunluğuna sahip oluyorken, büyük çoğunluk çok az kaynaklarla yetinmek zorunda kalmaktadır. Bu durum da insanlığa huzur getirmemekte ve dünyanın her yanında savaş, açlık, yokluk vs sürmektedir. Özel mülkiyet sahipleri, daha çok kazanmak ve çok daha fazla kâr etmek için, büyük çoğunluğun emeğini sömürmektedir. Bu olgu, tarihin her döneminde yaşanmıştır.
İşte toplumsal mücadeleler tarihi, söz konusu bu üretim ilişkilerinin oluşturduğu sömürüye, haksızlığa, uyumsuzluğa, adaletsizliğe, adaletsiz paylaşıma vs karşı gelişen başkaldırılar, direnişler ve savaşlar tarihidir.
Peki, dünyada yaşanan bu olumsuzluğu, sömürüyü… durdurabilecek başka bir olgu yok mudur? Vardır…
Bu ancak, mülkiyetin toplumsallaşmasıyla olasıdır.
Diyalektik olarak ve düalist doğa yasası gereği, her şey karşıtını var eder. Bu bağlamda özel mülkiyet de, kendi karşıtlığını yaratmış ve karşıtında toplumsal mülkiyet anlayışı varlaşmıştır. Toplumsal mülkiyet, söz konusu toplumda yaşayan tüm bireylere ait olan mülkiyettir.
Tarihsel süreç içinde, özel mülkiyetin, “insani ve adil olamayan” paylaşımı sonucunda insanı,“insanileştirmekten, kendisine ve doğasına yabancılaştırmaktan” bireyselleştirmekten dolayı toplumda büyük sorunlar yaratması ve kâr güdümlü üretim ve tüketim uygulamalarını öncelemesi nedeniyle bu sistem, büyük çoğunluk tarafından her zaman kendi karşıtlığını da doğurmuştur. Bu karşıtlık, toplumsal yararı önceleyen üretim-tüketim ilişkilerini insanın ve toplumun çıkarına göre savunan Kamu Mülkiyeti olmuştur. Kamu Mülkiyeti “ortaklaşacı, gümümüzün deyimiyle sosyalist” mülkiyettir.
Dolaysıyla tarihsel süreç içerisine özel mülkiyet karşıtlığı bağlamında toplumsal (Kamu) mülkiyetini savunan düşünceler, eylemler ve toplumsal değerler de oluşmuştur.
İlkel Kominal Toplumu saymazsak, özel mülkiyetin varlaşmasından sonra, tarihte kısa süreli de olsa, bazı dönemlerde toplumsal mülkiyetin pratiği de yaşanmıştır.
İlkel komünal toplumsa çok uzun bir süre, dünyada egemen olmuştur. Üretim araçlarının gelişmesiyle değişen mülkiyet ilişkileri üretici güçlerin belirleyiciliğiyle farklı süreçlerde farklı aşamalar gerçekleşmiştir. Özellikle en az 10.000 yıllık süreç içinde özel mülkiyet çok belirleyici olmuştur. 10.000 yıldan bu yana da dünyada savaşlar, adaletsizlikler vs hiç bitmemiştir.
Toplumsal mücadeleler kapsamında kısa sürelerle de olsa toplumsal mülkiyeti uygulamaya koyan topluluklar ve devletler de olmuştur. Örneğin, Alamut Kalesi’nde Hasan Sabbah, Ahsa ’da Karmatiler (İsmaililerin bir kolu) yaklaşık 150 yıl süren ortaklaşacı modeli uyguladılar. Babek, Babailer vs bu yönde mücadele ettiler. Bu bağlamda, dünya da toplumsal mülkiyetin yaşanabileceğini ve bunun olabilirliğini gösterdiler.
Mülkiyetin toplumsallaşmasıyla insanlık, rahat ve huzurlu bir yaşama kavuşabilir. O halde, özel mülkiyet insanlığa acı keder, hüzün, açlık, yoksulluk vs var ederken; toplumsal mülkiyet tüm bu olayların durmasının koşullarını yaratmaktadır.
İşte, Alevi Bilgeleri, dünyada yaşanan onca olumsuzluklara karşı, geleceğin toplumsal modelini ortaya koyan düşünceler, modeller ve ütopyalar geliştirdiler. İşte Rıza Kenti, toplumsal mülkiyetin ortaya konduğu bir modeldir, bir gelecek sunumudur. İnsanlığın kurtuluşunu ortaya koyan bir toplumsal yapıdır.
Rıza Şehri, Alevi Bilgelerinin topluma bakışını, özlediği, olmasını istediği toplumsal formu, motifi ortaya koyan bir kuramdır.
Aleviliğin toplumsal anlayışını, insana ve topluma bakışını ve öngördüğü toplumsal modeli veya gelecek düşünü yani ütopyasını ortaya koyan en önemli tasarımı Rıza Şehri” tasarımıdır. Bu tasarım Alevi Ütopyasının en önemli değerlerinden birisidir.
Söz konusu ütopyanın en önemli yanı, rızalığa dayalı bir toplumsal modeli öngörmesi ve rızalık üzerine kurulmuş bir toplumsal ikrarı veya sözleşmeyi içermesidir. O halde, “rıza” nedir? Bunu anlamamız gerekiyor.
Rıza; istemek, beğenmek, onamak, benimsemek, inanmak, kabullenmek, ikrar vermek, tanımak ve uymak gibi, sözcüklerin karşılıklarını yansıtan değerlere denir.
Rıza, memnuniyet içinde, bir olayı, olguyu veya nesneyi kabul etme, bir şeyi onaylama ve isteyerek herhangi bir değerden yana olma veya onu kendisine katma işlevidir. Rıza, bir insanın bir şeyi, haz içinde yapması ve o şeyden esrime olması veya hoşlanmasıdır.
Bir şeyi kendi isteğiyle yapması rızalıktır. Rıza, bir kişinin, hiçbir zorlama olmadan, bir başkasının etkisinde kalmadan herhangi bir şeyi yapması, bir olaya veya olguya iradesiyle katılmasıdır. Bu anlamda rıza, kişinin isteğine ve özgür istencine bağlı bir karardır.
Bu anlamda rızalık içinde, ereksel bir tavır vardır. Özünde rıza; özgür bir irade, bağımsız bir düşünce, koşulsuz karar verme ve kişinin kendisi olma gibi, bir işlevselliği içermektedir. Bu da, insanın insanlaşmasıyla, insanın kendi bilincine varmasıyla, her türlü bencilce yaklaşımdan uzaklaşmasıyla, kısacası, insanın kendisiyle dış gerçekliği arasında kurduğu düzenli ve uyumlu yaklaşımla söz konusu olmaktadır. Çünkü rıza, aynı zamanda insanın kendi iç dünyası, hem de dış dünyanın verilerine karşı oluşturduğu uyumla eşdeğerdir. Rızalık, uyumluluktur, ahenktir, düzendir.
Rıza, her olayı gönül hoşluğu içinde yapması veya yapılan herhangi bir şeyi, hoşnutluk içinde karşılaması demektir. Bir velinin, bir mürşidin, kendisini tanrısal isteme veya iradesini tanrısal iradeye teslim etmesidir. Rıza, sabretme, dayanç gösterme, her türlü zorluğa katlanma ve iradesiyle kendi nefsini yenme olgusudur. Rıza, gönül ve bilinç işidir. Kişinin gönül gözüyle görmesi ve bilinçle kendisini frenlemesi ve her türlü aşırı isteğe gem vurmasıdır.
“Mutasavvıf Cüneyd’e göre rıza, kişisel istemin ortadan kaldırılmasıdır. Muhasibi’ye göre, “belalar karşısında kalbin dinginlik içinde bulunmasıdır”. Zünnun-ı Mısri’ye göre; rızanın üç hali vardır: birincisi “Tanrı’nın kader ve kazası gereği ortaya çıkacak olaydan önce kişisel istemi terk etmek; ikincisi olaydan sonra bundan acı duymamak; üçüncüsüyse, bela içindeyken bile tanrısal sevginin coşkusunu duymak” tır. (Ana Britannica, cilt 18, s. 386, ilgili madde.)
Rıza da, bağdaşım, ahenk, istikrar vs vardır.
Rıza, kişinin kendisini dış dünyasıyla akort konumuna getirmektir. Çünkü bu bir bilinç içidir.
Rıza, toplumla denge kurmak ve eşit koşullarda yaşamayı istemektir.
Rıza, birlikte olduğu toplumun ortaya koyduğu kurallar bütününü onaylamak ve ona uymaya söz vermektir.
Rıza, kurallara, kaidelere uymayı kabul etmektir.
Rıza, söz vermektir ve ikrar da bulunmaktır.
Rıza, zorluklarla karşılaşılsa, çetrefilli yollara girilse bile, girdiği yoldan dönmeme kararlılığıdır.
Rıza, doğruluktur, dürüstlüktür, içtenliktir, güven vermektir, uygunluktur ve yanlışsızlıktır vs.
Kısacası, rıza, insan olmak ve insanca kalmaktır.
Bu kadar önemli olan bir değeri, kendi değerleri içine alan Alevilik; insanın var olduğu veya var olacağı her dönem için geçerli olan veya etkili olacak olan bu “kozmik değeri” yaşatmaya çalışmaktadır. Bu değeri bir “ütopya” olarak sunan Alevi bilgeleri, velileri veya mürşitleri, bu konuda hayali bir kent yaratmışlar ve öngördükleri “insan ve toplum” modelini burada, söylencesel bir metinle sunmuşlardır. Rıza Kenti vey Şehri, Aleviliğin toplumsal ütopyasıdır.
İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda, “Rıza” ve “Rıza Şehri”nin ne olduğu belirtilmiştir. Buyruk’ta “Ve bir dahi mürebbi, müsahip olanlar dahi, öyle gerektir ki evliyanın ayin-i erkânı ve mürşidin sır nefsi yerini ala. Birbirinin yurduna oturup ondan sonra terk-i mal, terk-i can, terk-i dünya, terk-i bed fiil ve terk-i hava ve bunları terk edip ve teslim-i rızayı kabul edip rıza kapısında olmasalar ve erkânı şeriat, erkânı tarikat, erkân-ı marifet ve erkânı hakikat ile rıza gösterip teslim olmasalar; gerek pir, gerek talip ikrarları caiz olamaz.”
Ayrıca, bu tür davranışları gerçekleştirmeyenler ve Hz. Ali yoluna ikrar verip, iradet gösterip birbirlerine teslim olamayanlar, mürebbisini ve müsahibini bilmeyenler “yezidi pelid” ; rızasız yol olmaz…
Rızasız yola girenler, yolun kurallarına uymayanlardır. Bunların lokmaları kabul olmaz. Bunların yüzü kara, haram yiyenlerdir. Bunların erkânına girilmez bunlardan sakınasınız” . Talip olanlar yola varalar, yoldan çıkmayalar, Pirden rızasız gezmeyeler,,. Zira rızasız işlerin küllisi haramdır. Mürebbiye ve müsahibe kail olasınız. Ali Muhammed yolunda gidenler için, pir dindir, müsahip imandır. Pir olan kimseler, dört kapıda, kırk makamda, oniki farzı kifayede, onyedi erkânda her vücudu kâmil ola ki onun pirliği caiz ola, mürüvvet madeni ola. Bir Sufi, bir Sufinin rızası yoksa incitse, ol yıktığı yeri yapmayınca onu mürşit, mürebbi, pir, rehber kabul etmeyeler. Eğer, bir talipte kul hakkı olsa, hak sahibi razı olmadıkça ol talibi görmeyeler. Ve dahi Sufi bir Sufiye borç lokma vermek, verdiği lokmayı istemek asla erkân değildir, bu üstatsızlar ve pirsizler işidir… denmektedir. (İmam Cafer-i Sadık Buyruğu; Haz; Adil Ali Atalay (Vaktidolu); Can yay. 2014, s. 95, 96, 97, 98, 99, 100)
Yukarıda uzunca bir alıntı yaptığım metinde de görüleceği gibi, İmam Cafer-i Sadık, inançsal yönden rızanın ne anlama geldiğini ve bunun toplumsal değerlere yansımasını ortaya koymuştur. Buna göre, gerek yolu ve erkanı yürütenler, eğitmenler, öğreticiler, gerekse musahipler olsun, velilerin, bilgelerin, bu yolu en iyi bilenlerin bilgisini ve verecekleri sırrı almalıdırlar. Sırrı alanlar, bilgiyle donananlar. Bu sıra erenler sırasıyla terkler gerçekleştirirler. Bunalar:
-Terk-i Mal: İnsanın sahip oldukları eşyalardan, dünya nimetlerinden uzaklaşması ve nefsini yenmesidir. Terk-i mal: bir yanıyla mala, eşyaya, görkeme, şatafata önem vermemek, insanın kendi dışından da gerçekliğin olduğunu fark ederek, paylaşma ve dayanışma duygusunu öne çıkarmaktır.
Terk-i Can: İnsanın bilinç aşamasında kendi gerçekliği ile, doğasal ve tanrısal gerçekliğe ulaşıp, kendi bedenini Tanrı bedeninde yok etmesidir. Diğer bir anlamda toplumsal veya kamusal bilince varıp, kendi canıyla, kendi dışında var olan diğer tüm canları arasında bağıntı kurup, empati yapıp, her canın, kendi canı kadar önemli olduğunu fark etmesi ve onlara da kendi canı kadar değer vermesidir.
-Terk-i Dünya: Yaşadığı dünyanın geçiciliğini bilen bir bilincin, dünya malına tutsak konuma gelmemesi, yaşamın gereklerini yerine getirip, hiçbir şeyde aşırılığa kaçmaması ve dünyasal değerleri çok yoğun bir konumda sahiplenmemsi demektir. Her beden ve her nesne, kendi enerjisini bitirene kadar bir ömür sürer. İnsanların da bedenlerine “genetik kod”la kazanılan bir potansiyel enerjisi bulunmaktadır. Her beden bir bütünsel yapıdır ve kendi içinde de kapalılık içerir. Dışarıdan enerji almada da yaşayamaz. İnsan da potansiyel enerjisini kullanırken aynı zamanda da dışarıdan enerji alır. Bu durum dünyamız içinde söz konusudur. Besin almamız, su içmemiz, hava yutmamız, vs. dışarıdan aldığımız enerjidir. Ama ne olursa olsun, beden de ki total enerji bittiğinde “ölüm” gerçekleşir. Bu durum bedenen de dünyayı terk etmek demektir. Ama asıl olan, yaşarken dünyayı terk etmektir. Bu da nefsin yenilmesi, dünya malına tapılmaması, aç gözlülükten kaçınılması, doyumsuz duygulardan arınılması vs demektir. Bu anlamda dünya terki her iki anlamı da içermektedir.
Terk-i Bed Fiil: Her türlü kötülükten, şerden, fenalıktan, kemlikten, noksanlıktan, hainlikten, rezillikten, ahlaksızlıktan, hırsızlıktan, yanlışlıktan, yüz kızartıcı suçlardan, insanlık dışı davranışlardan, kusurdan, vs. arınmak demektir. Bizatihi Alevilik, bütün değerlerini, insanları, tüm bu olumsuzluk içeren değerlerden arındırmak üzerine kurmuştur. Alevi Cemlerine, bu değerleri taşıyanlar giremezler. Talip, rehber ve pir ilişkisi bu işlevselliği yerine getirmeyi içeriri. Musahipliğin içeriği, özü insanların birbirini tanıması ve birbirini tanıyanların birbirlerine tanıklık etmesine ve birbirlerine rızalık göstermelerine dayanır.
Terk-i Hava: Alınan nefestir, yaşamın anlık durumunu yansıtan bir değerdir. Hava olmadan bir insan ortalama olarak bir –iki dakika bile yaşayamaz. Ama insan, birgün havayı da terk edip, yaşadığı dünyadan kopup gidecektir. Havayı terk etmek, insan yaşamı için bu kadar öneme sahip olan bir değeri bile gerektiğinde terk etmektir. Bu durum, insanın kendisini aşması, evrensel oluşumun bilincine varması ve “ölümsüzlük” duygusuyla donanması demektir. Hakk’la Hak olmuş ve fenafillâh (kendi varlığını, Tanrının varlığında yok etmesi) aşamasına gelmiş olan birisi için dünyanın tüm değerlerinin bir anlamı yoktur. O, dünyasal olan her şeyi terk etmekten çekinmez.
Terk etmek, her türlü değer karşısında, duyarsızlaşmak ve her türlü nefisten uzaklaşmak demektir.
Bu yolun özünde, paylaşma, dayanışma ve her türlü aşırılıktan kaçınma gibi, insanı insanlaştıran değerler vardır. Bu yola girenler, bu değerlere “razı” olup girmelidirler. Rızalık, bir anlamda, bu değerlere uymayı taahhüt etmektir. Bu koşullara uymayanlar, kim olursa (talip, rehber, pir, mürşit), olsun, verdikleri sözler geçerli olamaz
Comments