RIZA ŞEHRİ (2)
- sulzam1956
- 12 Oca
- 13 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 23 Oca

RIZA ŞEHRİ (KENTİ):
İmam Cafer-i Sadık Buyruğu’nda Rıza Şehri, bir öyküyle anlatılmıştır.
Rıza Şehri söylencesi şöyledir:
Bir zamanlar bir sofu dünyayı gezmeye çıktı. Bir gün yolu bir şehre düştü. Bu şehir şimdiye dek gördüğü şehirlere benzemiyordu. Sabah saatinde herkes işine gücüne gidiyor, sessizlik içinde yaşam sürüyordu. Şehrin alışılmamış bir düzeni vardı. Sofu şehrin bu düzenini görünce şaşakaldı. Öyle ki birisine yaklaşıp bir şey sormaya cesaret edemedi. Karnı acıkmıştı. Şehri gezerken bir fırın gördü. Ekmek almak için içeri girdi. Fırıncıya para uzatarak ekmek istedi. Ama fırıncı hayretle paraya baktı:
-"Bu ne bu? Biz bunu kaldırmak için yıllarca uğraştık, büyük savaşlar verdik. Anlaşılan sen Rıza Şehrinden değilsin, dünyalı olmalısın" dedi.
Sofu; "Evet bu şehirden değilim" diye karşılık verdi.
Fırıncı: "Hele belli oluyor. Dur, öyleyse seni görevlilere teslim edeyim. Onlar seninle ilgilenirler. Bizim şehrimizde para pul geçmez" dedi. Fırıncı bu sofuyu görevlilere teslim etti. Görevliler önce kendi aralarında bu sofuyu ne yapacaklarını tartıştılar.
İçlerinden biri:
-"Meclise götürelim, ulular karar versin" dedi. Öbürleri de bu görüşe katıldılar. Bunun üzerine tümü meclisin yolunu tuttu. Yol boyu sofu düşünüyordu. İçinden "Paranın geçmediği bir şehir” düşünüyordu. Görevliler, “ulular meclisi” dediler. Sofu da içinden, “şimdi de büyük ne görkemli yerdir, gör ulular meclisi" diyordu. Neyse bir süre yürüdükten sonra divana vardılar. Ama sofu bu kez de şaşakaldı. Çünkü divan denen bu meclis hiç de düşündüğü gibi büyük ve göz kamaştırıcı değildi. Düşündüğünün tam karşıtıydı. Bir sessiz köşede küçük bir yapı idi. Yerlere basit kilimler serilmişti. Aksakallı ulular bağdaş kurmuş kentin sorunlarını görüşüyorlardı.
Görevliler uluları selamladıktan sonra:
-"Bu dünyalı şehrimize girmiş. Acıkmış, ekmek almak için bir fırına girmiş. Fırıncıya para vermeye kalkmış. Bunun üzerine fırıncı farkına varıp bize teslim etti. Ne yapalım?" diye sordular.
Ulular:
- "Bunu neden buraya getirdiniz? Törelerimizi biliyorsunuz. O konakta bir odaya yerleştirin, aşevine götürün, gerekeni yapın" diye buyurdular. Bunun üzerine görevliler sofu ile birlikte geri döndüler. Önce bir aşevine götürdüler. Karnını doyurdular. Sonra kentin konukları için yapılmış konağa götürdüler. Bir odaya yerleştirdiler.
-"Burada para pul geçmez. Burası Rıza şehridir. Rızalıkla her istediğini alır, her istediğini yaparsın" diye uyardılar.
Sofu konağa yerleşti, gezip dolaştı. Rahatı yerindeydi. İstediğini alıp her istediği yerde yiyip içiyordu. Hiç kimse "Ne arıyorsun" diye sormuyordu? Bir kaç gün sonra eşyalarını topladı. Şehirden ayrılıp yola koyulmak istedi. Ama görevlileri karşısında buldu.
Görevliler:
"Gidemezsin!" dediler. "Bu şehir Rıza şehridir, adı üstünde. Sen buraya rızan ile geldin. Bizde sana yiyecek verdik, yatacak yer sağladık. Bu şehirde kaldığın sürece bizden razı kaldın mı?"
Sofu; "kuşkusuz razı kaldım, sağ olun!" diye karşılık verdi.
Görevliler:
"Şimdi bizim de senden razı kalmamız gerek. Bu yiyip, içip yattığın günler için çalışmalısın."
Sofu; "O ki töreniz böyle çalışayım" diye kabul etti. Görevliler sofuya yapabileceği bir iş verdiler. Konakladığı odadan alıp daha büyük bir eve yerleştirdiler. Artık o da Rıza şehrinden bir adam olmuştu. Yavaş yavaş dost, arkadaş edinme çabasına girişti. Ama her kiminle konuşmaya başlasa ilk sorulan "sen dünyalı mısın" oluyordu? Bu şehrin insanları kavga, çekememezlik, kendini beğenmişlik gibi tüm kötülüklerden arınmışlardı. Böylece gün geçti ay geçti. Sofu şehri iyiden iyiye sever oldu. Dünyayı gezme düşüncesinden vazgeçti. Bu şehirde kalmaya karar verdi. Ama hâlâ yalnızdı.
Bir gün yakın bulduğu bir arkadaşına açıldı:
-"Sizin bu şehirde nasıl evlenilir, ne yapılır" diye sordu?
Arkadaşı:
- "Şehrin ortasındaki bahçe var ya, işte orada her cuma günü tanışmak, dost edinmek isteyenler toplanır. Gençler gelirler. Herkes orada beğendiği anlaştığı biri ile evlenme yolunu arar. Orda tanışırlar. Anlaşırlarsa evlenirler" dedi.
Sofu, cuma günü söylenilen bahçeye gitti. Kocaman bahçe tıklım tıklım doluydu. Türlü giysiler içinde genç kızlar kelebek gibi dolaşıyorlardı. Genç kızlar, oğlanlar sohbet ediyorlardı. Birbirini beğenip anlaşanlar uzaklaşıyorlardı. Anlaşmayanlar ayrılıp başkasına yaklaşıyorlardı. Sofu olup bitenleri bir süre hayranlıkla izledi. Sonra kanının kaynadığı bir kıza yaklaştı.
Ama o bacının ilk sorusu: "Sen dünyalı mısın" oldu? Sofu aylardan beri hep bu sözü duymaktan iyiden iyiye bıkmıştı. "Evet, dünyalıyım ne olacak?" diye karşılık verdi.
Bacı:
-"Davranışlarından hemen belli oluyor. Ama alınma, zararı yok. O ki beni kendine eş seçmek istiyorsun, bu konuda bende sana yardımcı olurum, davranışlarını düzeltirsin" dedi.
Bacı ile sofu anlaşmaya niyet ettiler. İşten artan boş zamanlarında buluşup konuşuyorlardı. Sofu bir keresinde bacı ile buluşmaya giderken yolun kıyısında kocaman bir nar bahçesi gördü. Bahçenin ne duvarı, ne bekçisi ne koruyucusu vardı. Hemen bahçeye daldı. Kimse görmeden bahçeden bir kaç nar kopardı. Yakalanırım korkusu ile acele davranıp ağacın birkaç dalını kırdı. Ama ne kimse geldi, ne de sordu. Sofu narları toplayıp bacı ile buluşacakları yere gitti. Henüz bacı gelmemişti. Narları bir tabağa koydu. Masanın üzerine yerleştirdi. Bacının gelmesini bekledi. Nitekim bir süre sonra bacı geldi. Ne var ki narları görmesine karşın hiç ilgilenmedi. Oysa sofu bacının narları görüp ilgilenmesini, sevinmesini bekliyordu. Bacı her zamanki gibi yerine oturdu. O zaman sofu dayanamadı. Bacıya narları gösterdi.
Bacı; "bunları nerden aldın" diye sordu?
Sofu narları nerden kopardığını söyledi. Bunun üzerine bacı:
-"Beni düşündüğün için sağ ol. Ama o bahçenin yerini, varlığını ben de biliyorum. Canım isteseydi, gidip ben de alabilirdim. Şimdi benim canım istemiyor. Bu narlar burada boşuna çürüyecek. Başkalarının hakkını boşuna çürütmüş olacağız. Gelirken öğrendim. Narları koparırken bahçeye zarar vermeye bilirdin. Burda kimse senden bir şey kaçırmıyor ki... Bunca süredir Rıza şehrinde yaşıyorsun. Bu şehirde rızalıkla her şeyin serbest olduğunu bilmeliydin. Şimdi anlıyorum, sen bu şehre ayak uyduramayacaksın.
Bunları söyledikten sonra bacı sofuyu bırakıp gitti. Görevlilere söylemiş olacak ki, görevliler sofunun yaptıklarını divana bildirdiler. Divan sofunun durumunu tartıştı. Sonunda sofunun Rıza şehrine uyamayacağına karar verdi. Bunun üzerine görevliler dünyalı sofuyu şehirden attılar.
Burada üç türlü rızadan söz edilmektedir.
a-) Kişinin kendisi ile rızası;
b-) Kişinin toplumla rızası;
c-) Kişinin tarikatla rızasıdır. (İmam Cafer-i Sadık Buyruğu; Hazırlayan Adil Ali Atalay; Can Yay. 2014, 18. Bs. S.101-105).
Burada anlatılan öyküde, olgunlaşan, öznel yargıdan ve her türlü bencillikten kurtulan, kendisi dışında başka insanların ve varlıkların da olduğunu düşünen, her türlü ortak değerlerde birbirleriyle anlaşan, yetkileri paylaşan, ortak kararlar alıp o kararlara uyum gösteren vs. bir insan türünden ve bu insan türünün oluşturduğu yetkin bir toplumdan söz edilmektedir.
Rızalık, kabullenmek, karşılıklı anlaşmak ve olur vermek üzerine kurulur. Bu toplumsal yapıda, zora, baskıya, cebire, korkuya, kavgaya, sıkıntıya vs. gerek duymadan; karşılıklı uyuma, bağdaşmaya ve uzlaşmaya dayalı bir ideal düşünceye dayanır. Rıza göstermek, barışa, dostluğa, kardeşliğe ve paylaşıma yönelmek demektir.
Böylesi bir toplumda otoriteye, merkeziyetçi anlayışa, bencilliğe, böbürlenmeye, üstünlük belirten her türlü eyleme ve sıfatlara yer olmaz. Bu toplumsal algıda, yönetenler bilgelerdir ve özgürlük içinde herkesin istenciyle o görevi yürütürler.
Rıza Şehri’ne göre; bir toplumda, toplumu yönetenlere karşı bir insan bile eğer bir kişiye karşı çıkıyorsa o toplum rıza toplumu olamaz. Bu ütopik toplum modelinde, kuvvete, güce dayalı bir anlayış olamaz.
Rıza Kenti’nde Tanrı, Cemal sıfatıyla belirir. Çünkü burada iyilik, merhamet, paylaşma, dayanışma ve özgür irade söz konusudur. Dolayısıyla bu düşsel kentte celal sıfatı geçerli değildir. Çünkü celal, kötülük, bela, karmaşa; cemalse, güzellik, düzenlilik, estetik vs. demektir.
Tasavvuf anlayışında “Tanrı’dan gelen her şey güzeldir ve hoşnutlukla karşılanmalıdır” anlayışı egemendir. Bu anlamda, belirli bir bilince erişmiş ve evrensel gerçeği kavramış olan sufiler, bilgeler için “Celal ve Cemal” sıfatları hoşnutlukla karşılanır. Çünkü her iki durumda tanrısaldır yani doğanın gerçekliğidir. Çünkü evrende her şey karşıtıyla vardır. Bu ise yaşanılan gerçekliği kavramaktır.
Bu anlamda, ütopyalar insanların bitmez-tükenmez özlemlerinin geleceğe aktarılmasıdır. Bu bağlamda “Rıza Kenti Tasarımı” da bu özlemin bir yansımasıdır.
Bilimsel araştırmalar göstermektedir ki, on bin yıllık bir yaşam sürecinde, insanlık 9900 yıl hep savaşmış. İnsanlığın yaşamında hep hüzün, acı, keder, yoksulluk, açlık vs. egemen olmuş. İnsanlar, güzel bir dünyanın, mutlu bir hayatın, savaşsız-kavgasız bir ortamın, bolluk ve bereketin varlaştığı bir toplumun vs. özlemini çekmektedirler. Oysa dünyada, toplu ölümler, hastalıklar, doğal olaylar vs. hiç bitmiyor. İnsan, ömrü boyunca hep gelecek korkusu içinde yaşamaktadır. İşte bu olgu, insanlığı bir arayış içine itmekte ve düşünen-bilge insanlara Öğretiye düşünsel fırtınalar estirmektedir. Bilgeler, bilim insanları, filozoflar, aydınlar vs. mutlu ve daha güzel bir dünyanın nasıl oluşabileceğini kurgulamışlardır. Zihinlerini düşsel yolculuğa çıkarıp, o derinlikte birçok görüşler, düşünceler geliştirmişlerdir. İşte, “Rıza Şehri” de, bu düşünsel derinliğin Alevi Bilgelerince ortaya konulmasıdır.
Rıza Şehri, Alevilerin toplumsal ütopyalarını belirler. Buna göre, Aleviliğin toplumsal anlayışı, eşitlikçi, paylaşımcı, dayanışmacı, özgürleştirici, sorgulayıcı, uzlaşıcı, karşılıklı anlaşmaya dayanan bir toplumsal yapıyı öngörür. Bu bağlamda, Rıza Şehri, Aleviliğin toplumsal algısının söylencelere taşınmış, ütopik bir yansımasıdır. Aleviliğin, insanlığı ulaştırmak istediği üst aşamadır. İnsanlığın kurtuluşunu ortaya koyan bir söylemin öyküsel anlatımıdır. Söz konusu bu algı da toplumsal mülkiyetin önemi vurgulanmış ve bu bağlamda, paylaşımın, birlikte güzel değerlerin varlaştırılacağı bir dünyanın özlemi belirgin bir şekilde yansıtılmaya çalışılmıştır.
Öğretiye göre “Rıza Şehri”, olgunlaşmış, kâmil insan aşamasına gelmiş, bilinçli toplulukların oluşturduğu bir toplumsal aşamadır. Doğal ki bu aşamaya ulaşmak kolay değildir. Hatta olanaksızdır. Çünkü bu “ideal bir toplum” yapısıdır.
Oysa doğada ideal olan hiçbir şey yoktur. İdeal ancak metafizik alanda, düşüncede, tasarımlarda olabilir. Zaten Rıza şehri de, gerçeklik üzerine değil, ütopya üzerine kurulmuş bilgeler tasarımıdır. Hedefi, ulaşılmak istenen aşamayı belirtir. Rıza Şehri, mükemmellik içerir.
Oysa doğada kaos egemendir ve mükemmellik, değişmemezlik yoktur. Küçük bir doğa olan toplumlarda da mükemmellik yoktur.Çünkü her şey, karşıtıyla birlikte vardır ve bir şey varlaştığında anında onun için de karşıtı da var olur. Böyle olunca bir an için ideal bir toplum oluştuğunu var saysak bile o toplum oluştuğu anda bile, hemen kendi karşıtını yaratacak ve kendi içinde çelişkileri var kılacaktır. Özünde doğanın yapısı, fizik yasalarına bağlıdır ve fizik yasalarına göreyse her şey değişim ve dönüşüm içindedir. Bu anlamda da hiçbir şey de “ideallik” söz konusu olamaz. Bu doğasal gerçeklik bağlamında ele alındığında ve analitik bir mantıkla bakıldığında “Rıza Şehri” tamamen düşsel bir tasarımdan ve özlemden ibarettir.
Buna karşın insanlar iradi bir varlıktır, duyguları vardır. Gelecek düşüncesi olan tek varlık da insandır. Böyle olunca insanın geleceğe dönük hayalleri, özlemleri, hasretleri, istemleri, beklentileri vs bulunmaktadır. Bu olgularda, insanlarda gelecek düşlemleri oluşturmaktadır.
İnsanlar, yaşadıkları olumsuzlukları, gelecekte yaşamak istememek gibi bir düşünceye dalıyorlar, bu da insan zihninde alternatif modellerin gelişmesini doğurmaktadır. Ütopyalar bu alternatif modellerin düşünsel boyutudurlar.
Rıza Şehri de, onca olumsuzlukların yaşandığı, insanlığa acılar veren toplumsal yapının değerlerine karşı, bilgelerin oluşturdukları insanlığı “kurtuluşa taşıyacaklarına inandıkları” ve insanların özlemlerini karşılayan seçenekler sundukları, sanal bir toplumsal modeldir.
Kişinin kendisiyle rızası:
Her insan bir dünyadır. Dünyanın da hem içi hem de dışı (kabuğu) vardır. Her nesnenin de içi ve dışı bulunur. Dış, her zaman açıktır ve görünürdür. Ama iç görülmez. Bir şeyin, bir nesnenin içi ve dışı uyumluysa orada düzen ve uyumluluk vardır. Her nesnede olduğu gibi, her insanın da iç dünyası (özü) ve kendisini çevreleyen dış dünyası vardır. İnsanın dışsal yönünü, davranışlarıyla, eylemleriyle, bedensel yapısıyla, boyuyla, hacmiyle kısacası cüssesiyle belli olur. Ama bir insanın iç dünyasını, bakarak görmek olanaksızdır. Ancak onu insanın davranışlarıyla, eylemleriyle, görüşleri ve düşünceleriyle ve duygularının yansısıyla görebilmek olasıdır. İnsanın davranışları, onun kişiliğini gösteren en önemli veridir. Bundan dolayı davranışlar insanın aynasıdır.
Bir insanın iç dünyasıyla, dış dünyası uyumluysa o insanın davranışları da uyumlu ve güven vericidir. Bu anlamda, üreten, çalışan, kazanan ve insani değerlerle donanan bir insan, özünde gönenç yaşayan ve bu anlamda huzurlu olan insandır. Gönençli ve huzurlu olan bir insanın davranış kalıpları da, insani değerleri yansıtıcı olması gerekir. Tabii ki, insan tek başına, biyolojik ve ekonomik bir varlık değildir. O aynı zamanda, psikolojik, tarihsel, kültürel vs bir varlıktır da. Bu anlamda insan çok yönlüdür ve birçok ereği vardır.
Yaşamda hiçbir insan, her istediğine ulaşamaz. Yaşamın zorlukları çoktur ve insanın en büyük mücadelesi hayatta kalmaya dönüktür. İnsan, yaşamda kalabilmek için hem doğayla, hem çevresiyle, hem kıt kaynaklara ulaşmak için gireceği toplumsal statüyle savaşım içine girmek zorundadır. Özellikle, yoksulluk, açlık, adaletsizlik, eşitsizlik vs gibi olgular, insanlara güvensizlik vermekte ve insanlar arasında büyük sorunlar yaratmaktadır.
Bu koşullarda yaşayan insanlar, iç dünyalarında acı çekmekte, öfkelenmekte, kızmakta, saldırganlaşmakta, nefret etmekte vs. tüm bunlar, insanı sorunlu yapmakta ve onları insani davranışlardan uzaklaştırmaktadır. Dünyada, birçok eşitsizlikler yaşanmaktadır. Bir yandan, yokluklar, yoksunluklar yaşanırken; diğer bir yandan varsıllıklar, zenginlikler, haksızlıklar da yaşanmaktadır. Bir yandan, güzel, çekici, albenili vs. insanlar varken; diğer bir yandan çirkinler, kendilerini itici ve aşağı seviyede görenler de vardır. İnsanlar, buna benzer daha nice sorunlar yaşamaktadırlar. Kısacası, her insanın kendisine özgü sorunları olduğu gibi, toplumsal ortak sorunlarda bulunmaktadır.
Tüm bunlar da, insan kişiliğin oluşmasında ve davranışlarının yansımasında temel etken olmaktadır.
O halde, insanlar “insani davranışlarla” nasıl buluşturulabilir? Sorun budur?
İnsanların “insani değerlerle” buluşması için, önce kişinin kendisiyle barışık olması gerekir. Bir insanın kendisiyle barışık olması demek, kendisini sevmesi, kendisine saygı duyması demektir. Bunun içinde insanın, kendisini tanıması, kendisiyle dış dünyası arasında düzenli bir ilişki kurması gerekir.
İnsan, doğanın bir ürünüdür; doğadan beslenir, doğadan giyinir ve doğada dolanır. O halde, insan doğayla iç içedir. İnsanın, doğayı tanıması, toplumun da küçük bir doğa olduğunun farkına varması, doğanın yasalarının kendisini de bağladığının farkına varması vs. ve düşünsel boyutunu bu değerler üzerine kurması ve kendi iç dünyasıyla dış dünya arasında uyum kurmasıyla barışık olur. Bu konuma gelmiş olan insanlar, yaşamlarını normal olarak sürdüren insanlardır.
Ama insanların bu düzeye gelmesi de bir eğitim işidir. Kişinin göremediklerini, bilemediklerini, algılayamadıklarını vs. eğitimle elde ederler.
Bu anlamda, kişinin kendisiyle rızası, kendisini ölçmesi, kontrol etmesi, özüyle hesaplaşması, değerlendirmeye tutması, başka insanların davranışıyla karşılaştırması, eylemlerini test etmesi ve bu bağlamda iç çelişkilerini fark ederek onları giderecek konuma gelmesi demektir. Rıza, insanın içinde ki çelişkiyi, kuşkuyu, uymazlığı, karşıtlığı, aykırılığı ve tutarsızlığı yok etmesidir.
Bu anlamda, Alevi inancında ve öğretisinde yola giren birisi, Dar’a durarak, başını öne eğerek, Pir’in önünde özünü hesaba çeker ve burada arınmaya çalışır.
Kişinin toplumla rızası:
İnsan, toplumsal bir varlıktır ve toplumun değerleri bulunmaktadır. Toplum, bireylerin bir arada yaşadığı büyük kalabalıklardır. Bir arada yaşamak, karşılıklı işbirliği, üretim ilişkileri ve birçok ortak değerleri de yaratmıştır. Tüm bu olgular toplumsal kuralların ve kurumların var olmasını sağlamıştır. İnsanların insanlarla, topluluklarla, kurumlarla yaptıkları ilişkiler birbirinden farklı kuralları da doğurmuş ve davranış kalıplarının gelişmesine neden olmuştur. Özellikle mülkiyet ve mülkiyet ilişkileri, varlaşan her toplumsal değer de etkindir ve temel olandır. Toplumlarda varlaşan hemen her toplumsal olayın ana kaynağı üretim, üretilenin paylaşımı ve bu paylaşımın toplumsal adalete uygun yapılıp yapılmamasıyla ilintilidir.
Toplumda, düzenin sağlanması, normal yaşamın sürmesi ve insansal ilişkilerin uygulanabilmesi, ancak ortaya konmuş olan ortak değerlere uyumla söz konusu olabilir. Toplumsal yaşamı düzenleyen kurumlar, her toplumun gelişmişlik düzeyine göre de farklılıklar göstermekle birlikte, insanlığın geliştirdiği; ahlak, adalet, eşitlik, özgürlük, üretim, dağıtım, çalışma koşulları, insan hakları, dayanışma, paylaşma, sevgi vs. gibi değerler, insanlığın insanlaşmasını sağlayan önemli değerlerdir.
Kişinin toplumla rızası, yukarıda bir kısmı belirtilen tüm bu toplumsal değerlere uygun davranacak bir kişiliğe kavuşmak ve toplumun genel-geçer değerleriyle uyum içinde olmak demektir.
Alevilikte, toplumla uyum içinde olmak edeple açıklanır. Edep, “eline, beline, diline, aşına, eşine, işine” vs. sahip olmak demektir.
Bu özelliklere sahip bir insan, sevgi besler ve sevgi sunar. İnsanlığa yararlı olan, yardımlaşmayı, paylaşmayı öne çıkaran, özünde kötülük taşımayan, herkese sevgiyle bakan vs. bir insan, hem kendisiyle hem de toplumla rıza durumumdadır. Çünkü toplum ondan razıdır, o da toplumdan.
Kişinin tarikatla rızası:
Bir insan, inancını yaşamak veya yaşatmak için inancının yaşatıldığı mekânlara gider. Orada ibadetini yapar. Bu anlamda her kurulu mekânın kendisine özgü kuralları, edebi ve erkânı vardır. Aslında evrende her şey kurallar içinde hareket eder. Kural, uyulması gereken, zorunlu davranışlar, ilkeler vs bütünüdür. Dünyanın dönüşü de kendi içinde bir kuraldır.
Bir insan, bir mekâna gittiğinde, orada geçerli olan kurallara uyması gerekir. Kurallara uyan insan, o kurallara rızalık göstermiş ve onaylamış demektir. Bu anlamda ibadetin yapıldığı ve inancın yaşatıldığı kutsal mekânlara girişin de kendine özgü kuralları bulunmaktadır. Oraya gelen bir kişi, o kurallara uymalıdır ve o kuralların ortaya koyduğu yolu, erkânı izlemelidir.
Yola giren kişi, önce kendi rızasıyla, içten gelen bir istekle gelmelidir. Yani önce, içi dünyasını razı etmelidir. Hiçbir zorlama olmadan yol girmelidir. Yolun kurallarını öğrenmeli ve o kurallara aynen uymalıdır. Bu da, yolun değerlerine rızalık göstermektir. Bu anlamda kişi iç dünyasıyla, benimsediği yol arasındaki değerleri arasında uyum sağlamış olur ve rızalık gerçekleşir.
Alevilerin kutsal mekânı Cem Evleridir ve ibadetleri Ayin-i Cem’le yapılır. Ayin-i Cem’e girişin kuralları talip-rehber ve mürşit ilişkisine dayanır. Yola giriş musahiplikle başlar.
Musahibini bulan kişi, öncelikle ikrar verir. İkrar eden kişi, Cem’e katılmak Musahibiyle birlikte rehbere başvurur ve rehber talep eden kişileri Pir’in huzuruna çıkartır. Pir’in olurunu aldıktan sonra da Cem’e katılır.
Musahiplik bir canın bir başka canla buluşmasıdır. Can canla buluştuğunda kardeşlik olur. İki canın buluşması, birbirlerine rızalık göstermeleri demektir.
Cem evinde herkes rızalık üzerine bir araya gelirler. Mürşit, pir, rehber, talip kim olursa olsun, herkes birbiriyle rızalık göstermesi gerekir. Herkes rızayla iş yapmalıdır. Tarikatta rıza olursa toplumda rıza olur. Toplumda rıza olursa kişinin özünde de rıza olur. Böylece; "El ele, el Hakk’a” ulaşır. Rızadan dönülmemelidir. (Atalay, age, s. 106-107)
Rızadan dönenler oraya bir daha giremezler. Çünkü düzeni bozmuş olurlar. Yola girenler rızalık gösterdiklerinde, orada bir huzur ve kardeşlik duyguları gelişir. Huzurun, kardeşliğin, barışın vs olduğu her yerde de “rızalık” vardır. (Atalay, age, s. 106-107)
Görüleceği gibi Alevi Bilgeleri, dünya insanlığına yaşanılabilir bir dünyanın "ütopikte olsa" hangi ana temeller üzerinden oluşabileceğinin kuramını ortaya koymuşlardır. Böylesi bir dünyanın özlemini dile getirmişlerdir.
Özel mülkiyetin var olasından bu yana "eşitsiz, adaletsiz, haksız oluşan kaynak dağılımının ve bencil, sevgisiz, paylaşımsız vs. bir toplum salgısının var kıldığı bu oluşuma karşı; düşünen, sorgulayan, araştıran ve çözüm arayan bilgelerin insanlığa sunduğu bir reçetedir.
Ütopya deyip geçmememiz gerekir. Çünkü ütopyalar, insanların özlemini, gelecek yaşamını, nasıl bir toplumsal yapı öngördükleri, isteklerini vs. dile getirdikleri bir "gelecek perspektifidir"
Rıza Şehri de bu değerli "perspektiflerden" birisidir.
OZANLAR NE DEMİŞ?
Ozanlarımız da bu konuda önemli iletiler vermişlerdir. Bu konuda birkaç örnek verelim:
Pir Sultan Abdal;
Güzel âşık cevrimizi
Çekemezsin demedim mi?
Bu bir Rıza lokmasıdır.
Yiyemezsin demedim mi?
Rıza Şehri, sevgiyle kurulu bir toplumsal yapıyı ön görmüştür. Bu bağlamda sevginin oluşmadığı, aşık ve maşukun aşklarını yaşayamadıkları bir toplum “Rıza Şehri”olamaz. Çünkü böylesi bir toplumda her bir değer toplumsal rızalık üzrine oluşmuştur. Aşkı, sevgiyi, paylaşımı, dayanışmayı yaşatmayan, “Emek harcamadan sahip olmaya çalışan” bencil davranışlar gösteren insanların bu şehirde yerleri yoktur. Pir Sultan Abdal, dizelerinde bu değerlere vurgu yapmıştır.
Yunus Emre;
Yunus bu sözleri çatar
Sanki balı yağa katar
Halka matahların satar
Yükü gevherdir, tuz değil (Abdülbaki Gölpınarlı; Yunus Emre; Milliyet Yay. 1995, 117)
Bir toplumda barış, kardeşlik, dayanışma, tokluk, gönenç ve düzen var ise, o toplum da huzur ve güven olur. Böylesi bir toplum “rıza toplumudur”. Yunus, yağı bala katan, üreten, ürettiği cevheri mala dönüştüren ve malı da adil paylaşan bir insan veya toplum, gönençli, huzurlu ve mutlu bir toplumdur diyor. Böylesi bir toplum “Rıza Kenti”nin tanımıdır. Yunus Emre, halkın yararına üretilen her mal gevherdir, tat verir ve huzur sağlar demektedir. Bu görüş, Alevi Ütopyasının özünü oluşturur.
Harabi;
Bu sözden etme ikrâh, râzı değil el-insan
Elbet olurdun agâh, bu rızâ’ya mail olsan
Sen dahi ey Harâbi, Hak ile hâk olurdun
Deriyi yüzdürüp de, insân-ı kâmil olsan (Haz: Şevki Koca-Dursun Gümüşoğlu; Ahmet Edip Harabi Divanı; Can Yay. 2003, s. 281)
(Bu söylenenlerden nefret etme, tiksinti duyma, buna hiçbir insan razı değil/ Elbet bilgili olurdun, bu sözleri isteyerek dinleseydin/ Harabi, sen bile Hak ile bütünleşirdin/Olgunlaşıp, kâmil insan olurdun, Nesimi gibi derin yüzülseydi.)
Harabi de Yunus gibi, ideal bir toplum düşüncesini ortaya koyuyor. Harabi’nin düşlediği toplum; nefreti, acıyı, kederi, güvensizliği, hüznü yaşamayan, kimsenin iğrenti yaratacak davranışlarda bulunmadığı; gelişmiş, bilgili, sevgiyi öne çıkaran, herkesin birbirine saygı gösterdiği, rızalık verdiği, kimsenin kimseyi ötelemediği bir toplumdur. Harabi, Hakk’ın bilindiği, Hakk gerçeğine ulaşıldığı, evrensel gerçekliğin farkına varıldığı, her türlü bilgisizliğin ve edilgenliğin ortadan kalktığı, üstün insani değerlerin yaşatıldığı bir toplum isteği…
Ozan, böylesi bir toplumsal aşama, Kamil İnsanların ulaşacağı aşamadır. Dolayısıyla, Rıza Kenti, aynı zamanda Kamil İnsanların oluşturduğu bir toplumsal yapıdır. Bu da ancak büyük bedellerle gerçekleşebilir. Herkesin bu aşamaya gelmesi olanaksızdır. Kamil İnsan, gerçeğe ulaşan ve üstün bilgilere sahip olan insandır. Şeriat aşamasında ki insanlar, o aşamadaki insanları anlayamazlar ve onları “inançsız bile görürler” bu nedenle de bu üstün değerler taşıyan insanlara saldırlar gerçekleştirirler. Kamil İnsan aşamasına ulaşan Nesimi’nin derisi bundan dolayı yüzülmüştür. Harabi, “Nesimi gibi derisini yüzdürmeyi göze alamayanlar, Hakk gerçeğine ulaşamazlar” demektedir. Bu anlamda “Rıza Şehri”ne ulaşmak kolay değildir.
Seyfi;
Gel demediler yalana
Yalan dâviyi kılana
Rızâ içinde olana
Kefeni hulle biçilir (Buyruk; Mannhem Alevi Kültür Merkezi Dedeler Kurulu Yay. Çev. Mehmet Yaman; Ufuk Mat. 2000, s. 146)
Ozan, yalanın, riyanın, kandırmanın, boş sözlerin, kavganın yaşanmadığı bir dünyayı anlatıyor ve Rıza Şehri” ni bu dünyaya benzetiyor. Rıza şehrine girenlerin Hülle biçtiklerini belirtiyor. Hülle biçmek, cennette giyileceğine inanılan elbiseyi giymek demektir. Hülle, cennette bulunan elbise anlamına gelmektedir ve burada bu anlamda kullanılmıştır. Ozan, Rıza Şehri’ni cennete benzetmektedir.
Derviş Rıza:
Ey Rıza, bizim maksudumuz bab-ı rızadır
Can ü dil ile sevdiğimiz Al-i Abâ’dır… (Şevki Koca; Mürg-i Dil; Nazenin Yay. 1999, s. 26)
Derviş Rıza, en büyük amacının rıza kapısından içeri girmektir. Rıza kapısı, gönül kapısıdır. Duygulara ve vicdanlara seslenir. Rızanın olduğu yerde, güzel duygular ve insani değerleri öne çıkaran duyarlı vicdanlar vardır. Ozan, rıza içinde, gönülden gelen büyük bir istekler, candan ve samimi duygularla Hz. Ali’ye ve onun çocuklarına bağlı olduğunu söylemektedir.
Kısacası, rıza şehri, insani değerlerin öne çıktığı herkesin eşit koşullarda bulunduğu, kimsenin kimseye üstünlük sağlamadığı, kibrin, nefsin, kötülüğün vs. ortadan kalktığı vs. bir toplumsal anlayışı ortaya koymaktadır. Ham, acemi, bilgisiz, kaba ve kendinci olan insanlar, bu şehirde kalamazlar.
Bu anlamda da olgunluk aşamasına gelmiş olan insanların oluşturduğu bir kenti simgelemektedir.
Rıza Kenti, insanlığı “kurtuluşa” taşımayı kurgulayan bir hayali kenttir. İnsanlığın, egemen olana karşı geliştirdiği bir karşı anlayışın değerlerini, özlemlerini ve istemlerini simgeler.
Comments